
Fıkıh İlmine Giriş
العرب قبل الإسلام حالتهم الاجتماعية والقانون
موطن العرب الأصلي في الإقليم الواقع في الجنوب الغربي من آسيا، ويحده من الشمال بادية الشام ومن الشرق الخليج العربي وبحر عمان ومن الجنوب المحيط الهندي ومن الغرب البحر الأحمر. وقد سمي هذا الإقليم بجزيرة العرب أو شبه جزيرة العرب نسبة إليهم؛ لأنه موطنهم الأصلي كما قلنا، وقد استوطن بعضهم خارج الجزيرة العربية لا سيما في بادية الشام
İslam öncesi Arapların sosyal durumu ve hukuku
Arapların asıl yurdu, Asya'nın güneybatısında yer alan bir bölgedir. Kuzeyinde Şam çölü, doğusunda Arap Körfezi ve Umman Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise Kızıldeniz ile çevrilidir. Bu bölge, onlara nispetle Arabistan Yarımadası veya Arabistan Adası olarak adlandırılmıştır; çünkü dediğimiz gibi asıl vatanları burasıdır. Bazıları ise özellikle Şam Çölü’nde Arabistan dışına yerleşmişlerdir.
وقد ذهب البعض إلى أن العرب ومن حولهم يرجعون إلى أصل واحد إلا أن العرب غلبت عليهم البداوة بينما تحضر من حولهم من سكان الفرات ووادي النيل. ويرجع المعنيون بالأنساب العرب إلى شعبين كبيرين، هم: القحطانيون والعدنانيون والقحطانيون من نسل قحطان وهم عرب الجنوب ومنهم اليمانيون والعدنانيون من نسل إسماعيل بن إبراهيم وهم عرب الشمال ومنهم أهل الحجاز. ومن هذين الشعبين الكبيرين تفرعت سائر القبائل العربية
Bazı kimseler, Araplar ve çevrelerindeki halkların tek bir köke dayandığını söylemişlerdir. Ancak Araplar genellikle göçebe yaşam tarzına sahipken, çevrelerindeki Fırat ve Nil vadisi halkları daha yerleşik ve medenidir. Soybilimle ilgilenenler Arapları iki büyük kavme dayandırır: Kahtâniler ve Adnaniler. Kahtâniler, Kâhta'nın soyundan gelirler ve Güney Araplarıdır; bunların arasında Yemenliler de vardır. Adnâniler ise İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan gelirler ve Kuzey Araplarıdır; bunların arasında Hicaz halkı da bulunur. Bu iki büyük kavimden diğer Arap kabileleri türemiştir.
وقد غلبت على عرب الجنوب الحضارة وحياة الاستقرار، بينما غلبت على عرب الشمال البداوة وحياة التنقل وعدم الاستقرار، وقد أشار القرآن الكريم إلى بعض ما عند عرب الجنوب من خيرات وزروع وما تستلزمه من حياة مستقرة، قال تعالى: ﴿لَقَدْ كَانَ لِسَبَإٍ فِي مَسْكَنِهِمْ ءَايَةٌ جَنَّتَانِ عَن يَمِينٍ وَشِمَالٍ كُلُوا مِن رِزْقِ رَبِّكُمْ واشْكُرُوا لَهُ بَلدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبُّ غَفُورٌ﴾ [سَبَأ : ١٥] .
Güney Araplar üzerinde medeniyet ve yerleşik hayat hakim olurken, Kuzey Araplar üzerinde göçebe yaşam ve sürekli hareketlilik ile istikrarsızlık hakim olmuştur. Kur’an-ı Kerim, Güney Arapların sahip olduğu bazı nimetlere, tarım ürünlerine ve yerleşik yaşamın gerektirdiklerine işaret etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Andolsun ki oturdukları yerlerde Sebe kavmine ait büyük bir işaret vardı. Biri sağda diğeri solda iki bahçe. “Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir rab!" (Sebe: 15)
وقد سميت الفترة التي سبقت النبي الكريم محمد ﷺ بالجاهلية، ونسب إليها العرب في هذه الفترة فقيل: عرب الجاهلية
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed ﷺ’den önceki döneme “Cahiliye” dönemi denmiştir. Bu dönemde yaşayan Araplara da “Cahiliye Arapları” denmiştir.
وسنتكلم فيما يلي عن حالة العرب الاجتماعية قبل الإسلام وأثر الإسلام فيها، ثم نتكلم عن حالتهم القانونية وأثر الإسلام فيها وذلك في مبحثين متتاليين.
Şimdi, İslam’dan önce Arapların sosyal durumunu ve İslam’ın bu duruma etkisini ele alacağız. Daha sonra ise hukuki durumlarını ve İslam’ın hukuki duruma etkisini iki ardışık bölüm halinde inceleyeceğiz.
المبحث الأول
حالة العرب الاجتماعية
١٢ - كان العرب قبل الإسلام، إلا القليل منهم يعيشون عيشة البداوة وهؤلاء هم البدو، والقليل منهم سكنوا الأصقاع والقرى والمدن المتحضرة كاليمن ويثرب «المدينة» ومكة وعاشوا عيشة استقرار، وهؤلاء هم الحضر. والبدو من العرب سكنوا البادية وألفوا حياة التنقل والرحيل طلباً للكلأ والماء، وسكنوا بيوت الشعر والخيام واعتمدوا في معيشتهم على ما تنتجه ماشيتهم، كما اعتمدوا على الغزو كوسيلة من وسائل العيش فكانت القبيلة تغير على الأخرى فتغنم الغالبة ما تجد عند المغلوبة من متاع وحيوان وتسبي نساءهم، وهذه الحياة وعادة الغزو والغارات جعلت البدو أقدر على القتال من الحضر وأكثر شجاعة منهم
Birinci Bölüm - Arapların Sosyal Durumu
İslam’dan önce Arapların çoğu, az sayıda istisna dışında, göçebe hayatı yaşarlardı ve bunlar bedevilerdir. Az sayıda Arap ise Yemen, Yesrib (Medine) ve Mekke gibi gelişmiş köylerde ve şehirlerde yerleşik hayat sürerlerdi; bunlar ise yerleşik halk (hadar) olarak adlandırılırdı. Bedeviler, çölde yaşar, otlak ve su arayışıyla sürekli göç ederlerdi. Çadırlar ve saçak evlerde yaşar, geçimlerini sürülerinden elde ettikleri ürünlerle sağlarlardı. Ayrıca geçimlerinin bir yolu da akınlar ve yağmalardı; kabileler birbirlerine saldırır, üstün olan kabile mağlup edilenlerin eşyalarını ve hayvanlarını ganimet olarak alır, kadınlarını esir ederdi. Bu hayat ve akın-göç adetleri bedevilerin, yerleşik halktan daha savaşçı ve cesur olmalarını sağlamıştır.
ومن عادات البدو عزوفهم عن التجارة والزراعة والصناعة واحتقارهم لها واعتبارها من المهن الخسيسة التي لا تليق بهم ولهذا لم يزاولوها، إلا أنهم اشتهروا، كما اشتهر الحضر أيضاً، بالشعر والخطابة والأمثال وسائر فنون اللغة العربية، وبرواية التاريخ وبرزوا في هذا كله واشتهروا به. وكان عندهم شيء من علم النجوم ومعرفة أوقات نزول المطر وهبوب الرياح، وتعلموا ذلك عن طريق التجربة بسبب أسفارهم وتنقلهم.
Bedevilerin alışkanlıklarından biri, ticaret, tarım ve sanayiden uzak durmaları ve bunları kendilerine yakışmayan, aşağı meslekler olarak görmeleriydi; bu yüzden bu işleri yapmazlardı. Ancak hem bedeviler hem de yerleşik halk şiir, hitabet, atasözleri ve Arap dilinin diğer sanatlarında ün kazanmışlardı. Tarihi anlatmada da başarılı olup bu alanda öne çıkmışlardır. Ayrıca, yıldız bilimi ve yağmurun ne zaman yağacağı, rüzgarın ne zaman eseceği gibi bilgileri az çok bilirlerdi. Bunu ise seyahatleri ve göçebelikleri sayesinde deneyimleyerek öğrenmişlerdir.
۱۳ - وبخلاف البدو، فقد سكن الحضر المدن كما قلنا ، واستقروا فيها وزاولوا التجارة والزراعة وكانوا أرقى من البدو وأكثر منهم حضارة. وقد أشار القرآن الكريم إلى ما اعتادته قريش من الرحلة إلى الشام واليمن لغرض التجارة، قال تعالى : لإيلافِ قُرَيْشٍ إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشَّتَاءِ وَالصَّيْفِ فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا البيت الَّذِي أَطْعَمَهُم مِّن جُوعِ وَءَامَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ [قريش : ١ - ٤].
13 - Bedevilerin aksine, yerleşik halk şehirlerde yaşadı, orada yerleşti ve ticaret ile tarımla uğraştı. Onlar bedevilerden daha medeni ve daha ileri düzeydeydiler. Kur’an-ı Kerim, Kureyş’in ticaret amacıyla Şam ve Yemen’e yaptıkları seyahatlere işaret etmiştir. Allah cc şöyle buyurur: “Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lutuflarda bulundu). Onlar da kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin rabbine kulluk etsinler.” [Kureyş, 1-4]
١٤ - أساس نظامهم الاجتماعي وبعض أوصافه : كان العرب قبائل متفرقة، وعلى أساس القبيلة وما يترتب عليها من شيوع العصبية القبلية بين أفرادها قام نظامهم الاجتماعي والقبيلة ليست دولة ولا كياناً سياسياً وإنما هي وحدة اجتماعية تقوم على صلة القربى ورابطة الدم، ويخضع أفرادها خضوعاً اختيارياً إلى رئيسهم بناءً على ما تربطه بهم من رابطة النسب ولما كان يشتهر به عادة من الشجاعة والكرم ولولادته في بيت الرياسة.
14 - Sosyal sistemlerinin temeli ve bazı özellikleri: Araplar, dağınık kabilelerden oluşuyordu. Sosyal sistemleri, kabile temeline ve kabile içindeki aşiret bağlarının yaygınlığına dayanıyordu. Kabile, bir devlet ya da siyasi bir varlık değil, akrabalık bağı ve kan bağı üzerine kurulu sosyal bir birimdir. Üyeleri, kendileriyle akrabalık bağı ve soy bağı ile bağlı oldukları liderlerine isteğe bağlı olarak tabi olurlar. Liderlik genellikle cesaret, cömertlik ve asil bir soydan gelme özellikleriyle tanınırdı.
١٥ - وقد كان من نتائج العصبية القبلية تفاخرهم بالأنساب وتناصرهم على أشد ما يكون التناصر في الحق والباطل، فإذا ما ارتكب أحد أفراد القبيلة جناية على آخر من قبيلة أخرى هبت قبيلة المجني عليه لنصرته والثأر له من الجاني وقبيلته، وكذلك تفعل قبيلة الجاني تدافع عنه وتخاصم من أجله وإن كان هو الظالم الباغي. والتناصر القبلي ما كان يقف عند حد أفراد القبيلة المشتركين في النسب ورابطة الدم، بل كان يشمل أيضاً المحسوبين على القبيلة بسبب التبني أو الحلف والموالاة أو بسبب الجوار. أما التبني فقد كان عادة مألوفة عند العرب وكان يتم بعقد بين المتبني والمتبنى أو من ينوب عنه ولم تكن له شروط معينة من جهة العمر أو غيرها. أما الحلف والموالاة فكان يتم بعقد الموالاة أو الحلف بأن يقول أحدهما لصاحبه إذا حالفه: دمي دمك وهدمي هدمك وترثني وأرثك، فيتعاقدان الحلف على أن ينصر كل واحد منهما صاحبه فيدفع عنه ويحميه بحق كان ذلك أو بباطل. أما الجوار فكان يتم بأن يجير رئيس القبيلة أو أحد وجوهها من يأتي إليهم مستجيراً بهم
15 - Aşiret bağlarının sonuçlarından biri, soylarla övünme ve haklı ya da haksız durumda en şiddetli dayanışmayı göstermeleriydi. Eğer kabileden biri, başka bir kabileden birine karşı suç işlerse, mağdurun kabilesi ona yardım etmek ve suçludan ve onun kabilesinden intikam almak için harekete geçerdi. Aynı şekilde suçlu kişinin kabilesi de onu savunur ve onun adına düşmanlık yapardı, hatta suçlu zalim ve zorba olsa bile. Aşiret dayanışması sadece kan bağı olan kabile üyeleriyle sınırlı kalmaz; evlat edinme, ittifak ve bağlılık veya komşuluk yoluyla kabileye bağlı sayılanları da kapsardı. Evlat edinme, Araplar arasında yaygın bir gelenekti ve evlat edinen ile evlat edinilen veya vekil arasında yapılan bir anlaşmayla gerçekleşirdi; bunun için yaş gibi belirli şartlar yoktu. İttifak ve bağlılık ise, taraflardan biri diğerine “Kanım senin kanın, yıkımım senin yıkımın, mirasçın olurum ve sende bana mirasçı olursun” diyerek yapılan bir anlaşmaydı. Böylece her iki taraf birbirini savunur ve haklı ya da haksız olsun karşı tarafın hakkını korurdu. Komşuluk ise, kabile reisi ya da önde gelenlerinden biri, kendilerine sığınan birini koruma altına almasıyla gerçekleşirdi.
١٦ - وكان القتال كثيراً بين القبائل وينشب لأتفه الأسباب كجناية فرد من قبيلة على آخر من قبيلة أخرى فتثور الحرب بين القبيلتين استجابة لداعي العصبية. وساعد على كثرة القتال بين القبائل أن العرف القائم آنذاك أقر الغزو والنهب والسلب واعتبرها أموراً طبيعية وضرباً من ضروب الشجاعة كما أقر قيام القبيلة بطلب الثأر لأحد أفرادها من القبيلة الأخرى. كما أن حياة البداوة وشظف العيش وعدم وجود سلطة يخضع لها الجميع، واتخاذ الغزو وسيلة للعيش كل ذلك سهل نشوب القتال بين القبائل وجرأ القوي على أكل الضعيف، ولهذا لجأت بعض القبائل إلى التحالف على السلم والتناصر فيما بينها إذا وقع اعتداء على إحداها. ومع ولعهم بالقتال فقد كان من تقاليدهم إيقاف حالة الحرب وتحريمها في الأشهر الحرم وهي ذو القعدة وذو الحجة والمحرم ورجب
16 - Kabileler arasında sık sık çatışmalar olurdu ve en küçük sebeplerle, örneğin bir kabile üyesinin diğer bir kabile üyesine suç işlemesi üzerine, aşiret bağlarının etkisiyle iki kabile arasında savaş çıkarırdı. Kabileler arasındaki bu çok sayıda çatışmaya, o dönemdeki adetlerin akın, yağma ve soygunu onaylaması ve bunları cesaretin bir göstergesi sayması da katkıda bulunuyordu. Ayrıca, kabilenin kendi üyelerinden biri için diğer kabileden intikam alma hakkını kabul etmesi de buna sebep oluyordu. Göçebe yaşamın zorlukları, sert yaşam koşulları ve herkesin itaat ettiği bir otoritenin olmaması, akın ve yağmayı geçim yolu olarak benimsemeleri de kabileler arasında savaş çıkmasını kolaylaştırıyordu. Bu durum, güçlü olanın zayıfı ezmesine yol açıyordu. Bu yüzden bazı kabileler, barış içinde ittifak kurarak birbirlerini koruma altına alıyorlardı. Çatışmayı sevseler de, onların geleneklerinden biri savaş halini durdurmak ve haram aylar olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında savaşmayı yasaklamak idi.
۱۷ - وكثرة الحروب بين القبائل جعل العرب يكبرون شأن الرجل ويستصغرون شأن المرأة، لأن الرجل أقدر على القتال منها، فهو الذي يباشر الحرب، ويركب الخيل ويحمل السيف ويرد العدو ويحوز الغنيمة ويدافع عن شرف القبيلة. وقد ترتب على هذه النظرة للمرأة أن انحطت منزلتها وهضمت حقوقها وحرمت من الميراث، وحتى شاع بين بعض القبائل وأد البنات وهن في قيد الحياة خوفاً من وقوعهن بأيدي العدو سبايا حرب وفي هذا العار الذي لا يحتمل والفضيحة التي تنكس الرأس. وقد أشار القرآن الكريم إلى هذه العادة القبيحة، فقال تعالى : ﴿وَإِذَا الموءدة سُئِلَتْ بِأَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ﴾ [التكوير : ٨ - ٩]، كما سجل القرآن ما كان ينتاب أحدهم من الحزن العميق والحيرة والتردد بين الوأد وبين إبقاء الأنثى إذا ولدت امرأته أنثى ولم تلد ذكراً ، فقال تعالى : ﴿وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُم بِالْأُنثَى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ - يَتَوَارٰى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُٓوءِ مَا بُشِّرَ بِهٖؕ اَيُمْسِكُهُ عَلٰى هُونٍ اَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِؕ اَلَا سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ) [النحل : ٥٨ - ٥٩] وكما كان الوأد خوفاً من العار فقد كان أيضاً للفقر والعوز ويشمل الصغار إناثاً كانوا أو ذكوراً ، قال تعالى : ﴿وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا) [الإسراء: ٣١].
17 - Kabileler arasındaki yoğun savaşlar, Arapların erkekleri yüceltip kadınları küçümsemelerine neden oldu. Çünkü erkekler savaşa daha uygun kabul edilirdi; savaşları bizzat erkekler yürütür, ata biner, kılıç taşır, düşmanı geri püskürtür, ganimet elde eder ve kabilelerinin şerefini korurlardı. Bu bakış açısının sonucunda kadınların statüsü düşürüldü, hakları gasp edildi ve mirastan mahrum bırakıldılar. Hatta bazı kabilelerde, savaşta düşmanın eline düşüp esir olmaları korkusuyla kız çocukları hayattayken diri diri gömülürdü. Bu utanç verici ve dayanılmaz bir rezalet idi.
Kur’an-ı Kerim bu kötü alışkanlığa şöyle işaret etmiştir:
“(Ölüme terk edilen) diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda, ne suçu vardı ki öldürüldü?”
[Tekvir, 8-9]
Ayrıca Kur’an, erkek çocuk doğuramayan bir kadın doğurursa babasının yaşadığı derin üzüntüyü, kararsızlığı ve tereddüdü şöyle anlatır:
“Birine kız çocuğu müjdelendiğinde yüzü kararıp içine kapanır; kötü haberden dolayı topluluktan saklanır. Ona mı kıymet verir, toprağa mı gömer? Ne kötü hüküm veriyorlar!”
[Nahl, 58-59]
Diri diri gömme uygulaması utançtan olduğu kadar fakirlik ve yoksulluktan da kaynaklanıyordu ve küçük çocukları, kız ya da erkek ayırt etmeden kapsıyordu. Allah şöyle buyurur:
“Çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Biz hem onları hem sizi rızıklandırırız. Onları öldürmek büyük bir günahtır.”
[İsra, 31]
۱۸ - وبالرغم مما كان عند العرب من الصفات الذميمة كالغزو ووأد البنات والعصبية القبلية، فقد كانت عندهم صفات حميدة وخلال حميدة، مثل الكرم والشجاعة والوفاء وإباء الضيم والأنفة والصدق وحماية الجار والعفو عند المقدرة وغير ذلك. كما كان عندهم إكرام الضيف وقد اعتبروه حقاً للضيف يجب أن يعطاه وأن إهمال هذا الحق أو التقصير فيه أو التغاضي عنه يعد مخالفة قبيحة للعادات والتقاليد القبلية الموروثة
18 - Arapların, akınlar, kız çocuklarını diri diri gömme ve aşiret bağları gibi kötü özellikleri olmasına rağmen, iyi ve güzel ahlakları da vardı. Örneğin, cömertlik, cesaret, sadakat, zulme karşı duruş, gurur, doğruluk, komşuyu koruma ve güç yetince affetme gibi erdemler onlarda mevcuttu. Ayrıca misafirperverlikleri vardı ve misafirin hakkı olarak bunu yerine getirmek zorunda olduklarını kabul ederlerdi. Bu hakkın ihmal edilmesi, eksik bırakılması veya göz ardı edilmesi, kabilelerin geleneksel adetlerine aykırı, kötü bir davranış olarak kabul edilirdi.
۱۹ - أثر الإسلام في حالتهم الاجتماعية
ما قدمناه وصف مجمل لحالة العرب الاجتماعية قبل الإسلام، فلما جاء الإسلام أحدث تغييراً جذرياً في المجتمع العربي، وأقامه على أساس جديد، وأزال ما فيه من فساد، وأبقى ما فيه من خير.
19 - İslam’ın Arapların sosyal durumuna etkisi
İslam’dan önce Arapların sosyal durumuna dair genel bir tasvir sunduk. İslam geldiğinde Arap toplumunda köklü bir değişiklik yaptı, toplumu yeni bir temel üzerine kurdu, içindeki bozuklukları kaldırdı ve iyilikleri muhafaza etti.
فقد دعا الإسلام بقوة ووضوح إلى نبذ العصبية القبلية واجتثاث جذورها وإزالة شرورها وقال لهم: دعوها فإنها منتنة، وبين لهم أن جعل الناس شعوباً وقبائل إنما هو للتعارف لا للتفاخر ولا للتعصب للجنس أو القبيلة، وأن قيمة الإنسان إنما تكون بالتقوى، وهي كلمة جامعة تشمل جميع الأعمال الصالحة وفقاً لأوامر الله وحدوده، قال تعالى: ﴿يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَابِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَنْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ﴾ [الحجرات : ١٣]. وقد أكد الرسول هذا المعنى في خطبه ومواعظه، وأخبر المسلمين أن الدعوة إلى العصبية والقتال من أجلها والموت عليها ابتعاد عن الإسلام وخروج عن جماعة المسلمين، قال عليه الصلاة والسلام: ليس منا من دعا إلى عصبية، وليس منا من قاتل على عصبية، وليس منا من مات على عصبية. وأخبرهم بأن الله تعالى قد أذهب عنهم أوضار الجاهلية، وأن التفاضل بينهم يكون بمقدار ما عند الإنسان من تقوى ولا يكون بالأحساب والأنساب، فكل البشر يرجعون إلى آدم، وآدم خلق من تراب، فقد جاء في خطبة النبي ﷺ في حجة الوداع : أيها الناس إن الله تعالى أذهب عنكم نخوة الجاهلية وفخرها بالآباء، كلكم لآدم، وآدم من تراب، ليس لعربي على أعجمي فضل إلا بالتقوى.
İslam, kabilecilikten (aşiret bağlarından) kesin ve açık bir şekilde vazgeçilmesine, köklerinin kazınmasına ve kötü etkilerinin ortadan kaldırılmasına güçlü bir şekilde çağırdı. Onlara şöyle dedi: “Bırakın onu, çünkü o kötü kokan bir şeydir.”
İnsanların farklı milletler ve kabileler olarak yaratılmasının amacı, birbirini tanımak içindir, üstünlük ya da ırk ya da kabile bağlarıyla ayrımcılık yapmak için değildir. Bir insanın değeri ancak takvaya bağlıdır; takva, Allah’ın emirlerine ve sınırlarına uygun tüm iyi davranışları kapsayan genel bir kavramdır. Allah şöyle buyurur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah katında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” [Hucurat, 13]
Peygamber (s.a.v) bu anlamı hutbelerinde ve öğütlerinde teyit etti. Müslümanlara, kabilecilik çağrısı yapmak, bu uğurda savaşmak veya bu uğurda ölmenin İslam’dan uzaklaşmak ve Müslümanlar topluluğundan çıkmak anlamına geldiğini bildirdi. Peygamber şöyle buyurdu: “Kabilecilik çağrısı yapan, kabilecilik için savaşan ve kabilecilik uğrunda ölen bizden değildir.”
Allah’ın, onlardan cahiliye dönemi kibirlerini kaldırdığını ve aralarındaki üstünlüğün soya veya nesebe göre değil, takvaya göre olduğunu söyledi. Çünkü bütün insanlar Âdem’e dayanır ve Âdem topraktan yaratılmıştır. Peygamber sav Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah sizden cahiliye dönemi kibrini ve atalarla övünmeyi kaldırdı. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız ve Âdem topraktan yaratıldı. Arap’ın Acem üzerinde üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takva iledir.”
والحق أن العصبية القبلية والجنس وإقامة المجتمع على هذا الأساس لا يتفق والإسلام، لأن الإسلام بطبيعته دعوة عالمية جاء إلى الناس أجمعين، فيجب أن يقوم المجتمع على أساس يتفق وهذا العموم والعقيدة الإسلامية هي الأساس المعقول الذي يتفق وعموم الإسلام؛ لأنه يسع الناس جميعاً ولا يضيق بأحد بخلاف الجنس فإنه بطبيعته أساس ضيق لا يسع الناس جميعاً فليس بمقدور إنسان أن يكون من الجنس الذي يهواه بعد أن كان من جنس آخر سواء، ولهذا فقد جعلت الشريعة الإسلامية الإسلام هو الأساس الذي يقوم عليه المجتمع واعتبرت المسلمين أخوة (إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ) [الحجرات : ١٠]. وفي الحديث الشريف: إن كل المسلم على المسلم حرام وإنما المسلمون إخوة». واتخاذ الإسلام أساساً للمجتمع هو الشيء المنطقي المقبول؛ لأنه أساس مرن يسع جميع الخلق إذ بمقدور كل إنسان أن يعتنق الإسلام فيصير من عداد المجتمع ومن يأبى فإنه يبقى عضواً في المجتمع الإسلامي ومواطناً في دولة الإسلام ويحمل جنسيتها فينعم بعدل الإسلام ورعاية المسلمين ويكون له ما لهم من الحقوق وعليه ما عليهم من الواجبات إلا ما قام على العقيدة أو استلزم العقيدة الإسلامية
Gerçek şu ki, kabilecilik, ırk ve toplumun bu temeller üzerine kurulması İslam ile bağdaşmaz; çünkü İslam, doğası gereği, tüm insanlara yönelik evrensel bir davettir. Bu yüzden toplumun, bu evrensellik ile uyumlu bir temel üzerine kurulması gerekir. İslam’ın genel kapsayıcılığı ve inancı, herkes için uygun olan akla uygun temeldir. Çünkü İslam, tüm insanları kucaklar ve kimseyi dışlamaz. Buna karşılık ırk, doğası gereği dar bir temeldir ve herkesi kapsayamaz. İnsan, önceden ait olduğu ırktan vazgeçip, sevdiği başka bir ırka geçemez. Bu nedenle, İslam hukuku (şeriat) toplumun temeli olarak İslam’ı koymuş ve Müslümanları kardeş kabul etmiştir: “Müminler ancak kardeştirler.” [Hucurat, 10]
Ve Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Her Müslümana karşı Müslümanlar haramdır, çünkü Müslümanlar kardeştir.”
Toplumun temelinin İslam olması mantıklı ve kabul edilebilir bir durumdur; çünkü esnek bir temeldir ve tüm insanları kapsar. Her insan İslam’ı benimseyerek toplumun bir parçası olabilir. İslam’ı reddeden ise yine İslam toplumunun bir üyesi, İslam devletinin vatandaşı olarak kalır, adalet ve Müslümanların korumasından faydalanır, onlar gibi haklara sahip olur ve onların yükümlülüklerini taşır; ancak bu yükümlülükler sadece inançla ilgili olanlar ya da İslam inancını gerektiren hususlarla sınırlıdır.
۲۰ - وقد ترتب على هدم العصبية القبلية زوال التناصر بالباطل بين أفراد القبيلة؛ لأن الإسلام حرم التعاون على الباطل والبغي، قال تعالى : ﴿وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبَرِ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ﴾ [المائدة :٢]. وبعد أن كان الشعار في الجاهلية: انصر أخاك ظالماً أو مظلوماً بمعنى أن القبيلة تقف إلى جانب أي فرد منها في الحق والباطل وحتى لو كان ظالماً وتدافع عنه وتقاتل معه، صار الشعار في الإسلام، كما جاء في الحديث الشريف عن النبي: انصر أخاك ظالماً أو مظلوماً. قيل : أنصره إن كان مظلوماً فكيف أنصره ظالماً؟ قال: تحجزه عن الظلم فإن ذلك نصره. وبعد أن كان التفاخر بالأنساب جعل الإسلام بدله التنافس في عمل الخير، قال تعالى مشيراً إلى عمل الخير وما يؤول إليه أمره في الآخرة: ﴿وفي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ﴾ [المطففين : ٢٦]
20 - Kabilecilik duygusunun ortadan kaldırılmasıyla birlikte, artık kabile üyeleri arasında haksız yere birbirlerini savunma ve destekleme de sona erdi. Çünkü İslam, kötülük ve zorbalık konusunda yardımlaşmayı yasaklamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” [Maide, 2]
Cahiliye döneminde şiar şuydu: “Kardeşine ister zalim olsun ister mazlum, yardım et.” Yani kişi haklı da olsa haksız da olsa kabilesi onun arkasında durur, onu savunur, onunla birlikte savaşırdı.
Fakat İslam bu şiarı düzeltmiş ve yeni bir anlam kazandırmıştır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et.” Sahâbîler sordular: — “Mazlumken yardım ederiz; peki zalimken ona nasıl yardım ederiz?” Peygamberimiz buyurdu: — “Onu zulümden alıkoyar, engellersin. İşte bu ona yardımdır.”
Cahiliye döneminde soy-sopla övünmek varken, İslam onun yerine hayırda yarışmayı getirdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İşte bu (nimetler) için yarışsın yarışanlar.” [Mutaffifin, 26]
ومع هذا فقد أبقى الإسلام التعاون والتناصر بين أفراد القبيلة في الخير ومن مظاهر هذا التعاون ما أوجبته الشريعة الإسلامية من وجوب الدية في القتل الخطأ على عصبة الجاني من رجال قبيلته . كما أبقى الإسلام التحالف الذي كان يجري بين القبائل إذا كان على نصر المظلوم وأبطل التحالف على عون الظالم، ولهذا مدح النبي ﷺ حلف الفضول الذي جرى في الجاهلية، وقد حضره النبي ﷺ قبل النبوة، فقد اجتمعت في هذا الحلف بطون قريش مثل تميم وهاشم وزهرة في دار عبد الله بن جدعان وتحالفوا على رد المظالم في مكة، وقال النبي ﷺ في هذا التحالف : ما أحب أن لي بحلف حضرته حمر النعم في دار ابن جدعان، تحالفوا أن يكونوا مع المظلوم ما بل بحر صوفه، ولو دعيت إلى مثله في الإسلام لأجبت.
Bununla birlikte İslam, kabile bireyleri arasındaki iş birliği ve dayanışmayı –eğer hayır üzereyse– korumuştur. Bu dayanışmanın bir örneği olarak, İslam şeriatı hataen (kasıtsız) yapılan bir öldürme durumunda, diyeti (kan bedelini) katilin erkek akrabalarından oluşan asabe (aile çevresi/kabile üyeleri) üzerine farz kılmıştır.
Yine İslam, cahiliye döneminde kabileler arasında yapılan müttefiklik anlaşmalarını da –eğer mazluma yardım amacı taşıyorsa– geçerli saymıştır. Fakat zalime yardım amacı taşıyan ittifakları ise geçersiz kılmıştır.
Bu bağlamda Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Hılfü’l-Fudûl” (Erdemliler Anlaşması) adıyla bilinen ve cahiliye döneminde yapılan bir antlaşmayı övmüştür. Bu antlaşma, Peygamberlik gelmeden önce Mekke’de gerçekleşmiştir. Bu anlaşmaya Kureyş’in kollarından Temîm, Hâşim ve Zuhre gibi kabileler katılmış; Abdullah bin Cud‘ân’ın evinde toplanarak Mekke’de hakları gasp edilen mazlumlara yardım edeceklerine dair söz vermişlerdi.
Peygamber Efendimiz bu anlaşmayla ilgili şöyle buyurmuştur: “İbn Cud‘ân’ın evinde bulunduğum o anlaşmayı, karşılığında kırmızı develer verilse bile değişmem. O anlaşmaya mazlumun yanında olmak için katılmışlardı. İslam’da da benzer bir anlaşmaya çağrılsam yine katılırım.”
۲۱ - وأبطل الإسلام عادة النهب والسلب وشن الغارات والاعتداء على الآخرين، فقد جاء في القرآن الكريم : ﴿وَلَا تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ) [البَقَرَة : ١٩٠]، فأمن الضعيف شر القوي وبغيه، كما أبطل الإسلام التبني، كما سنذكره فيما بعد.
21- İslam, yağma, talan, baskın düzenleme ve başkalarına saldırma gibi adetleri ortadan kaldırmıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Sakın haddi aşmayın! Şüphesiz Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara Suresi, 190. ayet) Bu emirle, güçlünün zayıfa zulmetmesi ve onun üzerinde keyfî bir baskı kurması önlenmiş, toplumda güven ortamı tesis edilmiştir. Ayrıca İslam, ileride ayrıntısıyla açıklanacağı üzere, evlat edinme (tebennî) uygulamasını da ortadan kaldırmıştır.
۲۲ - وأنكر الإسلام عادة وأد البنات وحرمها واعتبرها بحق من سيئ العادات، فالأنثى كالذكر أهل لأن يصدر عنها الخير والفعل الجميل ومن ثم فهي جديرة بالإكرام والعناية، وهي كالرجل مخاطبة بالأحكام ومكلفة بما كلف به الرجل فقد أمرتها الشريعة الإسلامية بالإيمان والمعرفة والأعمال الصالحة والعبادات والمعاملات كما أمرت الرجل بهذه الأمور، وقد بايع النبي ﷺ المؤمنات، كما بايع المؤمنين. وهكذا رفع الإسلام قدر المرأة فلم تعد ذلك المخلوق الذي تستصغره العين ويزدريه المجتمع، وجعل لها من الحقوق مثل ما للرجل إلا في حق واحد وهو حق رئاسة الأسرة، فقد جاء في القرآن الكريم : ﴿وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَة [البَقَرَة : ۲۲۸] . فالحقوق بين الزوجين متبادلة وما من حق على المرأة للرجل إلا ويقابله حق من جنسه على الرجل للمرأة. وأما رئاسة الأسرة التي أوتيها الرجل وعبر عنها القرآن الكريم : ﴿وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ ) [البقرة: ۲۲۸] ، وبقوله تعالى : الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء [النساء : ٣٤]، فإن هذه الرياسة وما تستلزمه من الإنفاق على الأسرة والعناية بها وطاعة الزوجة لزوجها، أقول إن هذه الرياسة أمر طبيعي لا غرابة فيه؛ لأن الحياة الزوجية حياة اجتماعية وشركة هي من أخص علاقات الإنسان بغيره،
22- İslam, kız çocuklarını diri diri gömme (v’ed) âdetini reddetmiş, bu fiili haram kılmış ve onu gerçekten de kötü bir gelenek olarak görmüştür. Çünkü kadın da erkek gibi iyilikte ve güzel davranışlarda bulunma kabiliyetine sahiptir. Bu nedenle, saygı ve ilgiye layık görülmüştür.
Kadın da tıpkı erkek gibi ilâhî hitaba muhatap olup, aynı yükümlülükler altındadır. İslam şeriatı ona da tıpkı erkeğe emrettiği gibi iman, bilgi edinme, salih amel, ibadetler ve muamelelerle ilgili sorumluluklar yüklemiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz ﷺ, kadınlardan da biat almıştır; tıpkı erkeklerden aldığı gibi.
Böylece İslam, kadının değerini yükseltmiş; onu artık toplumun küçük gördüğü, horladığı bir varlık olmaktan çıkarmıştır. Kadına da erkek gibi haklar tanımış, ancak yalnızca bir tek alanda, yani aile reisliği konusunda erkek kadından bir derece üstün kılınmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Kadınların, örfe uygun biçimde (evlilikte) hakları vardır; erkeklerin onlar üzerindeki hakkı gibi. Erkeklerin ise onların üzerinde bir dereceleri mevcuttur.” (Bakara Suresi, 228. ayet)
Yani eşler arası haklar karşılıklıdır; erkeğin kadın üzerindeki her hakkına karşılık, aynı türden bir hak kadının erkek üzerinde de vardır. Ancak Kur’an’ın: "Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler (onlar üzerinde kavvamdırlar)." (Nisâ Suresi, 34. ayet) buyruğuyla belirttiği aile reisliği ise; erkeğin aile geçimini üstlenmesi, ailesine sahip çıkması ve kadının da kocasına itaat etmesi gibi sorumluluklar getirmektedir. Bu reislik, doğal ve garipsenmeyecek bir durumdur; çünkü evlilik hayatı, sosyal bir birlikteliktir ve insanın başkasıyla kurduğu en özel ortaklıklardan biridir.
والأصل فيها أن تكون دائمية مدى الحياة، وكل شركة أو اجتماع لا بد له من رئيس يكون المرجع في حسم الخلاف لئلا تختل الشركة وتنفصل عرى الاجتماع، والرجل أحق بهذه الرياسة من المرأة لما أوتيه من قوة بدنية وخبرة اكتسبها من معاملاته وتجاربه، هي أكثر مما عند المرأة عادة، فضلاً عن تكليفه بالإنفاق على البيت دون المرأة، وأيضاً فإن هذه الرياسة مبنية على المودة والرحمة والمعاملة الحسنة، قال تعالى: ﴿وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَّوَدَّةً وَرَحْمَةً﴾ [الروم: ۲۱] وقوله تعالى : ﴿وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوف [النساء: ١٩] فهكذا رياسة تقوم على المودة والرحمة والمعاشرة الحسنة لا تكون رئاسة خشنة مكروهة ثقيلة على النفس، بل تكون رئاسة خفيفة على النفس مقبولة مرضية، ومن أجل هذا كله فإن مبدأ رئاسة الرجل للأسرة موجود ويطبق الآن في جميع الشرائع الدينية والعلمانية باسم السلطة الزوجية
Esas itibarıyla (evlilik ilişkisi), hayat boyu süren daimî bir birliktelik olmalıdır. Her türlü ortaklıkta ya da toplulukta, bir lidere ihtiyaç vardır ki; ihtilaflar karşısında nihai merci olarak çözüm sunabilsin. Aksi takdirde, bu ortaklık dağılır, birlik bozulur. Aile reisliğine erkeğin daha layık görülmesinin sebepleri şunlardır:
1.Erkek genellikle kadına göre daha fazla fiziksel güce sahiptir.
2.Hayatın ticari ve sosyal yönleriyle daha fazla tecrübe ve birikim kazanır.
3.Ayrıca, ailenin nafakasını temin etmekle yükümlü olan da erkektir, kadın değildir.
Bununla birlikte, bu reislik otoriter, kaba ve baskıcı bir yönetim biçimi değil; sevgi, merhamet ve güzel geçime dayalı bir liderliktir.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Sizin için, kendileriyle huzur bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması, O’nun ayetlerindendir." (Rûm Suresi, 21. ayet) Ve yine: "Kadınlarla iyi geçinin." (Nisâ Suresi, 19. ayet)
İşte bu şekilde; sevgi, merhamet ve güzel geçime dayanan bir reislik, kişiyi rahatsız eden ve ruhu sıkan bir yönetim değil; gönüllerin kabul ettiği, hoşnut olunan bir sorumluluk olur.
Tüm bunlardan dolayı, erkeğin ailede reis olması ilkesi, yalnızca İslam’da değil, diğer tüm ilâhî dinlerde ve seküler hukuk sistemlerinde de, “koca otoritesi” adıyla benzer şekilde kabul görmüş ve uygulanmaktadır.
۲۳ - وقد أقر الإسلام ما عند عرب الجاهلية من كريم الصفات وجميل الخلال مثل الوفاء بالعهد والصدق ورعاية الجار والشجاعة والكرم، بعد أن شذب بعضها ، فالشجاعة محمودة إذا كانت في سبيل الحق وإعلاء كلمة الله، لا في سبيل طلب العلو في الأرض ونشر الفساد فيه بالاعتداء على الآخرين، والكرم محمود ما دام في محله لا لطلب السمعة والرياء، وأقر الإسلام عادة إكرام الضيف وجعل هذا الإكرام حقاً للضيف على المضيف، فقد جاء في الحديث الشريف: «ليلة الضيف حق على كل مسلم، فمن أصبح بفنائه فهو عليه دين إن شاء الله اقتضى وإن شاء ترك. وفي حديث آخر عن عقبة بن عامر قالت: قلت لرسول الله ﷺ إنك تبعثنا فننزل بقوم لا يقروننا فما ترى؟ فقال : إذا نزلتم بقوم فإن أمروا لكم بما ينبغي للضيف فاقبلوا وإلا فخذوا منهم حق الضيف الذي ينبغي لهم
23 - İslâm, Cahiliye Arapları arasında bulunan güzel nitelikleri ve övülmeye değer huyları da onaylamış ve korumuştur.
Bunlar arasında ahde vefa, doğruluk, komşuya saygı, cesaret ve cömertlik gibi güzel hasletler yer alır.
Ancak İslâm, bunları olduğu gibi almamış, bir kısmını ıslah ederek kabul etmiştir.
- Mesela, cesaret övgüye layıktır; ancak bu cesaret, Allah’ın kelimesini yüceltme ve hak yolda olma uğruna olmalıdır.
Yoksa yeryüzünde büyüklük taslama, başkalarına zulmetme ya da fitne çıkarma uğruna gösterilen cesaret, makbul değildir.
- Aynı şekilde, cömertlik de güzel bir haslettir.
Ancak bu, gösteriş ve riya için değil, layık olduğu yerlerde ve hak sahiplerine karşı olursa övülür.
İslâm, misafiri ağırlama geleneğini de aynen onaylamış ve bunu, misafirin ev sahibine karşı bir hakkı olarak görmüştür.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Misafirin bir gecelik ağırlanması, her Müslümanın görevidir. Kim birinin kapısında sabahlarsa, o kişi misafirin borcunu yüklenmiş olur. Dilerse bu borcu öder, dilerse bırakır.”
Ayrıca Ukbe b. Amir’den gelen bir rivayette, o şöyle demiştir:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bizi gönderiyorsun da bir topluluğun yanına varıyoruz; onlar da bizi ağırlamıyorlar. Bu durumda ne yapmalıyız?”
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bir topluluğun yanına vardığınızda, eğer size misafire layık bir ikramda bulunurlarsa kabul edin. Aksi takdirde, misafire düşen hakkı onlardan alın.”
٢٤ - ويخلص بنا من جميع ما تقدم أن الشريعة الإسلامية، أبقت من عادات عرب الجاهلية ما كان صالحاً منها ومتفقاً مع مبادئها وأهدافها، وألغت ما كان فاسداً منها ولا يتفق مع مثلها ومبادئها، فأعطت للصالح حقه من الإبقاء، كما أعطت للفاسد حقه من الإلغاء.
24 - Bütün bu anlatılanlardan şu sonuca varılır ki, İslâm şeriatı, Cahiliye Araplarının adetlerinden ilke ve hedefleriyle uyumlu olan, yararlı olanları korumuş, ilkeleriyle bağdaşmayan, bozuk olanları ise ortadan kaldırmıştır. Böylece, yararlı olanı bırakmaya değil, sürdürmeye layık görmüş, zararlı olanı ise kaldırmaya haklı bulmuştur.
المال وأقسامه
الملكية ترد غالباً على المال فكان من المستحسن تعريف المال وبيان أنواعه قبل الكلام عن الملك وعلاقة المال به.
Mal ve Kısımları
Mülkiyet çoğunlukla mala ilişkin olduğundan, mülkü ve mal ile ilişkisini açıklamadan önce malı tanımlamak ve türlerini belirtmek uygun görülmüştür.
۲۳۹ - تعريف المال :
عرفه بعض الفقهاء بأنه ما يميل إليه الطبع ويمكن ادخاره لوقت الحاجة.
ويرد على هذا التعريف اعتراضان: (الأول) إن من الأشياء ما تعافه النفس ولا يميل إليه طبع الإنسان ومع هذا فهو مال مثال السموم والأدوية المرة. (الثاني) إن من الأشياء ما لا يمكن ادخاره على نحو تبقى معه منفعته كما هي ومع هذا فهو من الأموال قطعاً كالخضراوات ونحوها.
وعرفه آخرون بأنه اسم لغير الآدمي خلق لمصالح الآدمي ويمكن إحرازه والتصرف فيه على وجه الاختيار
239 – Malın Tanımı Bazı fakihler “mal”ı, “insanın tabiatının meylettiği ve ihtiyaç anı için saklanabilen şey” olarak tanımlamışlardır. Bu tanıma iki itiraz yöneltilmiştir:
Birincisi: Tabiatın meyletmediği şeyler de mal sayılır. İnsan nefsi zehirler veya acı ilaçlardan hoşlanmaz; buna rağmen bunlar mala dâhildir.
İkincisi: Saklanınca menfaati aynı kalan şeylerle sınırlı değildir. Meselâ sebzeler gibi muhafaza edildiğinde faydası azalabilen maddeler de tartışmasız mal kabul edilir.
Başka fakihler ise malı şöyle tarif etmiştir: “Âdemî (insan) olmayan, insanoğlunun menfaatine yaratılmış, koruma altına alınabilen ve isteğe bağlı olarak tasarruf edilebilen her şeyin adıdır.”
والتعريف المختار ما قاله البعض من أن المال كل ما يمكن حيازته والانتفاع به على وجه معتاد. فهذا التعريف يدل على أن مالية الشيء تتحقق إذا توافر فيه أمران: (الأول) إمكان حيازته، و(الثاني) إمكان الانتفاع به.
Tercih edilen tanım, bazı âlimlerin ifade ettiği üzere, “mal, zilyedliği (elde bulundurulması) mümkün olup teamül gereği faydalanılabilen her şeydir.” Bu tanımdan, bir şeyin “mal” sayılabilmesi için iki şartın gerektiği anlaşılır:
1. Hâiz olunabilir (zilyedliğe konu olabilir) olması,
2. Alışılmış (meşru ve mutat) biçimde ondan yararlanılabilir olması.
٢٤٠ - ويترتب على هذا التعريف المختار ما يأتي :
أ - ما نحوزه وننتفع به فعلاً يعد من الأموال كالدور والأراضي والسيارات والنقود والثياب والحيوانات ونحو ذلك
240 - Bu tercih edilen tanıma göre şu sonuçlar doğar:
A - Fiilen elimize geçip ondan yararlandığımız her şey, evler, araziler, arabalar, paralar, elbiseler, hayvanlar ve benzerleri gibi, mal sayılır.
ب - ما لا نحوزه فعلاً، ولكن نتمكن من حيازته يعد مالاً أيضاً، لأن الحيازة الفعلية ليست بشرط لثبوت مالية الشيء وإنما الشرط إمكان الحيازة فقط ما دام الشيء يمكن الانتفاع به، وعلى هذا يعتبر مالاً السمك في الماء والطير في الهواء والحيوان في الفلاة والمعدن في باطن الأرض.
B - Fiilen zilyedliğimizde bulunmayan, fakat zilyedliği mümkün olan şeyler de mal sayılır; çünkü bir şeyin mal olması için fiilî zilyedlik şart değildir, yararlanılabildiği sürece sadece zilyedlik imkânı yeterlidir. Buna göre sudaki balık, havadaki kuş, kırdaki hayvan ve yer altındaki maden de mal kabul edilir.
ج - ما لا نتمكن من حيازته لا يعتبر مالاً وإن كنا ننتفع به فعلاً مثل ضوء الشمس ونور القمر.
C -Sahip olamadığımız şeyler, fiilen yararlansak bile, mal sayılmaz; güneş ışığı ve ay ışığı gibi.
د - ما لا يمكن الانتفاع به على وجه معتاد لا يسمى مالاً وإن حيز بالفعل كقطرة ماء أو حبة رز. والانتفاع المعتاد هو الانتفاع الذي جرت به عادة الناس ويلائم طبيعة الشيء ويحقق المنفعة التي خلق من أجلها، فالرز مثلاً منفعته أن يكون غذاء والحبة منه لا تحقق هذا الغرض وما جرى انتفاع الناس به على هذا النحو، فلا تكون مالاً.
D - Alışılmış şekilde yararlanılamayan şey, fiilen elde bulundurulsa bile mal olarak adlandırılmaz; bir damla su veya tek bir pirinç tanesi gibi. Alışılmış yararlanma, insanların örfünde yer etmiş, o şeyin tabiatına uygun ve yaratılış gayesini gerçekleştiren kullanımdır. Örneğin pirincin faydası gıda olmaktır; tek bir tanesi bu amacı karşılamadığından, insanlar da böyle kullanmadığından mal sayılmaz.
هـ - ما منع الشارع الانتفاع به منعاً عاماً يسري في حق الناس جميعاً، لا يعتبر مالاً وإن حازه الإنسان وانتفع به فعلاً كأن استعمله في بعض حاجاته كالميتة حتف أنفها فلا يعد شيء من لحمها أو شحمها مالاً. أما صوفها وشعرها ووبرها وجلدها، فتعتبر من الأموال بعد تطهيرها ودبغها. وإنما كان الحكم ما ذكرناه، لأن كون الشيء ينتفع به أو لا ينتفع به حكم شرعي، فإذا أباح الشارع الانتفاع ثبتت ماليته وصار مالاً في نظر الشارع وما لم يبح الانتفاع به لا يكون مالاً. وإذا كان الانتفاع بالشيء جائزاً في حق البعض دون البعض الآخر صار هذا الشيء مالاً، ولهذا تعتبر الخمر مالاً لانتفاع الذميين بها ونهى الشرع المسلمين من التعرض لهم بشأنها وكذا الخنزير.ولهذا تعتبر الخمر مالاً لانتفاع الذميين بها ونهى الشرع المسلمين من التعرض لهم بشأنها وكذا الخنزير.
E - Şâri‘in herkes hakkında genel bir yasakla faydalanılmasını menettiği şey, kişi onu fiilen elde edip bazı ihtiyaçlarında kullansa bile mal sayılmaz; kendiliğinden ölmüş hayvan (meyte) gibi: Etinin veya yağının hiçbir kısmı mal kabul edilmez. Ancak yününün, kılının, tüyünün ve derisinin temizlenip tabaklanmasından sonra bunlar mal sayılır. Bunun sebebi, bir şeyden faydalanılıp faydalanılamamasının şer‘î bir hüküm oluşudur. Şâri‘ faydalanmayı helâl kılmışsa o şeyin mâliyyeti sabit olur ve şer‘an mal kabul edilir; faydalanmayı helâl kılmamışsa mal sayılmaz. Bir şeyden faydalanmak bazı kimselere helâl, diğerlerine haram ise o şey mal kabul edilir. Bu sebeple, zimmîler ondan yararlandığı için şarap da, domuz da mal sayılır; şer‘, Müslümanların bu konularda onlara müdahalesini yasaklamıştır.
٢٤١ - الحقوق والمنافع :
لا خلاف في أن الأشياء المادية التي يمكن إحرازها والانتفاع بها تعتبر مالاً على النحو الذي بيناه. ولكن هل تعتبر مالاً الحقوق مثل حق الشرب من حقوق الارتفاق وحق الحضانة ونحوها ؟ لا خلاف في أن الحقوق التي لا علاقة لها بالمال كالحضانة لا تعتبر مالاً. أما الحقوق المتعلقة بالمال كحق الشرب وحق المرور، فهي لا تعتبر مالاً عند الحنفية ومن وافقهم، وتعتبر مالاً عند غيرهم. وكذلك المنافع كسكنى الدار ولبس الثياب واستعمال السيارة وركوب الدابة ونحو ذلك، فهي أموال عند الجمهور وليست مالاً عند الحنفية.
241 - Haklar ve menfaatler:
Elde edilip yararlanılabilen maddî şeylerin, anlatıldığı üzere, mal sayılmasında ihtilaf yoktur. Peki, su hakkı gibi irtifak hakları veya velâyet/hıdâne gibi haklar mal kabul edilir mi? Mala bağlı olmayan haklar (örneğin hıdâne) mal sayılmaz, bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Mala ilişkin haklar ise—meselâ su içme hakkı veya geçit hakkı—Hanefîler ve onlara uyanlara göre mal değildir; diğer mezheplere göreyse mal kabul edilir. Aynı şekilde evde oturma, elbise giyme, araba kullanma, hayvana binme gibi menfaatler de cumhura göre maldır, Hanefîlere göre mal değildir.
١٠ / ٢٤٢ - استدل الحنفية على عدم مالية المنافع بأن المال ما يمكن إحرازه وحيازته وإدخاره لوقت الحاجة والمنافع لا تقبل الحيازة والادخار؛ لأنها أعراض لا تبقى زمانين، بل تحدث آناً بعد أن فلا يمكن إحرازها وبالتالي لا تكون مالاً ، فهي قبل أن تحدث معدومة والمعدوم ليس بمال، وبعد حدوثها لا يمكن إحرازها وما لا يمكن إحرازه لا يسمى مالاً. وهي وإن لم تكن بذاتها مالاً إلا أنها تصير مالاً بالعقد كالإجارة استحساناً ؛ لورود النص بذلك وجريان العرف به
242 - Hanefîler, menfaatlerin mal kabul edilmemesini şöyle delillendirirler: Mal, ihtiyaç anında saklanmak üzere elde edilip zilyed olunabilen şeydir; menfaatler ise ne zilyedliğe ne de saklamaya elverişlidir; çünkü onlar iki zaman boyunca devam etmeyen, anlık meydana gelen “arz”lardır. Meydana gelmeden önce yok hükmündedirler, yok olan şey mal sayılmaz; meydana geldikten sonra da zilyedliği mümkün değildir, zilyed olunamayan şey ise “mal” diye adlandırılmaz. Bununla birlikte, menfaatler bizzat mal olmasalar da, istihsanen akitle (örneğin icâre — kira sözleşmesi) mala dönüşürler; zira buna dair nas vardır ve örf de bu yönde cereyan etmiştir.
واحتج غير الحنفية بأن المال مخلوق لصالح الآدمي، والمنافع كذلك، وبأن حيازة المنافع ممكنة بحيازة أصلها ومحلها، وبأن الأعيان إنما تصير مالاً باعتبار الانتفاع بها؛ لأن الانتفاع بها هو المقصود فيما لا ينتفع به لا يكون مالاً، فكيف تسلب المالية عن المنافع ولولاها لما صارت الأعيان أموالاً؟.. وأيضاً فإن الشارع أجاز أن تكون المنافع مهراً، والمهر لا يكون إلا مالاً بدليل قوله تعالى : وَأُحِلَّ لَكُم مَّا وَرَاءَ ذَلِكُمْ أَن تَبْتَغُوا بِأَمْوَالِكُمْ تُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ) [النساء : ٢٤] فالمنافع إذن من الأموال. كما أن العقد يرد على المنافع وتصير مضمونة به وهذا آية كونها مالاً؛ إذ لو لم تكن مالاً في ذاتها لما صارت مالاً بالعقد؛ لأن العقود لا تقلب حقائق الأشياء، بل تقرر خصائصها
Hanefîler dışındaki âlimler ise şöyle delil getirirler: Mal, insanoğlunun faydasına yaratılmıştır; menfaatler de öyledir. Ayrıca menfaatlerin zilyedliği, asıllarının ve mahallerinin zilyedliğiyle mümkündür. Eşyaya mal olma vasfını kazandıran, onlardan faydalanmaktır; zira fayda sağlanamayan şey mal sayılmaz. Öyleyse menfaatlerden mâliyyet nasıl kaldırılabilir ki zaten eşyayı mal yapan da menfaatlerdir? Bunun yanı sıra şâri‘, menfaatlerin mehir olmasını câiz kılmıştır; mehir ise ancak mal olabilir. Nitekim Allah Teâlâ, “Bundan ötesi size helâl kılındı; malınızla (mehir vererek) onları nikâhlamanız…” (Nisâ 24) buyurur. Demek ki menfaatler de mallardandır. Ayrıca akit menfaatlere konu olur ve onları tazmin altına alır; bu da onların mal oluşunun delilidir. Zira bizzat mal olmasalardı akitle mal hâline gelmezlerdi; zira akitler, şeylerin hakikatini değiştirmez, ancak vasıflarını tespit eder.
والراجح من الرأيين قول الجمهور؛ لقوة أدلتهم وموافقتهم لعرف الناس وتعاملهم.
Ve iki görüşten tercih edilen, delillerinin kuvveti ve insanların örf ile muamelelerine uygunluğu sebebiyle cumhurun görüşüdür.
٢٤٣ - ويترتب على الخلاف بين الحنفية والجمهور، أن منافع المغصوب غير مضمونة عند الحنفية ومضمونة عند غيرهم ؛ فلو غصب إنسان داراً وسكنها شهراً لم يضمن شيئاً عند الحنفية وعليه أجر المثل عند غيرهم. وكذلك قال الحنفية بانفساخ عقد الإجارة بموت المستأجر قبل انتهاء مدتها؛ لأن منافع المأجور ليست مالاً فتورث، ولأن الوراثة خلافة عن الميت ولا تتصور إلا فيما يبقى في حياة المورث والوارث معاً حتى تتحقق الخلافة وليست المنافع هكذا، فما كان موجوداً منها في حياة المورث (المستأجر) لا تبقى لتورث وما يحدث منها بعده لم تكن مملوكة له فيخلفه فيها الوارث. وغير الحنفية قالوا : إن عقد الإجارة لا ينفسخ بموت المستأجر، بل يحل الورثة حتى تنتهي مدة الإجارة
243 - Hanefîlerle cumhur arasındaki ihtilafın sonucu şudur: Gasp edilen şeyin menfaatleri Hanefîlere göre tazmin edilmez; diğerlerine göre ise tazmin edilir. Meselâ bir kimse bir evi gasp edip bir ay otursa, Hanefîlere göre hiçbir tazminat ödenmez; diğerlerine göre ise benzer kira bedeli ödenir.
Ayrıca Hanefîler, kiracının vefatından önce kira sözleşmesinin sona ereceğini söylerler; çünkü kira malı oluşturan menfaatler mal sayılmadığından miras kalmaz. Miras, ölenin malından mirasçıya geçmekle gerçekleşir ve bunun için miras bırakanla mirasçının birlikte hayatta olduğu bir zaman dilimi gerekir. Oysa menfaatler böyle değildir; miras bırakanın (kiracının) hayatında mevcut olan menfaatler miras kalacak şekilde devam etmez, öldükten sonra ortaya çıkan menfaatler ise ona ait olmadığı için mirasçıya geçmez.
Cumhur ise kira sözleşmesinin kiracının ölümüyle sona ermediğini, aksine mirasçılara geçtiğini ve kira süresi bitene kadar devam ettiğini söyler.
Hanefî görüşüne göre:
Ahmet öldüğü için kira sözleşmesi de sona erer.
Kiralama hakkı mal sayılmadığı için mirasçılara geçmez.
Ev sahibi, Ahmet’in mirasçılarına kira bedeli talep edemez, çünkü kira hakkı artık yoktur.
Mirasçılar da kira hakkını kullanamaz, evden çıkmak zorundadırlar.
Cumhurun görüşüne göre:
Ahmet öldükten sonra kira sözleşmesi devam eder.
Kira hakkı mal sayıldığı için mirasçılar bu hakkı devralır.
Mirasçılar kira süresi bitene kadar evde oturabilir, kira bedelini ödemeye devam eder.
Ev sahibi, kira bedelini mirasçılardan talep edebilir.
٢٤٤ - تقسيمات المال :
يقسم المال إلى تقسيمات مختلفة باعتبارات مختلفة، فهو بالنظر إلى حماية الشارع له : مال متقوم وغير متقوم. وبالنظر إلى استقراره وعدم تحوله: عقار ومنقول. وبالنظر إلى تماثل أجزائه وأحاده مثلي وقيمي ونتكلم فيما يلي عن كل نوع من هذه التقسيمات والفائدة المترتبة على كل تقسيم.
244 - Malın tasnifleri:
Mal, farklı kıstaslara göre çeşitli şekillerde sınıflandırılır.
Şâri‘in onu korumasına göre: (mütekavvim) korunabilir mal ve (Ğayr-ı mütekavvim) korunamaz mal.
Malın devamlılığı ve değişmezliğine göre: taşınmaz (Akar) ve taşınabilir mal (Menkul).
Parçalarının benzerliği ve tekliği açısından: mislî (tek tip) ve kıyemi (kıymetli mal).
٢٤٥ - المتقوم وغير المتقوم
المال المتقوم هو ما صار في حيازة الإنسان وجاز الانتفاع به شرعاً في حالة السعة والاختيار كالدور والسيارات والنقود والثياب والكتب ونحوها.
وعلى هذا فما ليس في حيازة الإنسان لا يعد مالاً متقوماً كالطير في السماء والسمك في الماء. وكذلك ما كان في حيازة الإنسان ولا يباح له الانتفاع به شرعاً لا يعد مالاً متقوماً كالخمر والخنزير بالنسبة للمسلم، أما بالنسبة لغير المسلم فيعتبر مالاً متقوماً ؛ لنهينا عن التعرض له بشأنهما ، وهذا يدل على إقرار غير المسلم على الانتفاع بهما. والمقصود بحالة السعة والاختيار الأحوال العادية التي لا ضرورة فيها ولا اضطرار، فالخمر يجوز الانتفاع بها في حالة الضرورة كمن أشرف على الهلاك عطشاً جاز له شرب الخمر، وكذا يجوز عند الاضطرار أكل الميتة، ومع هذا لا تعتبر الميتة والخمر من الأموال المتقومة؛ لعدم جواز الانتفاع بها شرعاً في الأحوال العادية.
245 - Mütekavvim ve ğayr-i mütekavvim mal:
Mütekavvim mal, insanın fiilen zilyedliğinde olan ve şer‘an rahatlık ve tercihe bağlı olarak ondan faydalanmanın caiz olduğu şeylerdir; mesela evler, arabalar, paralar, elbiseler, kitaplar ve benzerleri.
Buna göre, insanın zilyedliğinde (sahipliğinde) olmayan şeyler mütekavvim mal sayılmaz; örneğin havadaki kuşlar veya sudaki balıklar. Ayrıca insanın zilyedliğinde olup da ondan şer‘an faydalanmanın caiz olmadığı şeyler de mütekavvim mal sayılmaz; Müslüman için şarap ve domuz gibi. Ancak gayrimüslim için bu şeyler mütekavvim mal sayılır; çünkü onlara müdahale etmemiz yasaklanmıştır. Bu, gayrimüslimin bu şeylerden faydalandığını kabul etmek demektir.
Buradaki “rahatlık ve tercih hali”, zorunluluk ve mecburiyetin olmadığı normal durumları ifade eder. Örneğin, şarap ancak susuzluktan ölüm tehlikesi olan bir kişi için caizdir; aynı şekilde meyte (ölü hayvan eti) ancak zorunlu durumda yenilebilir. Buna rağmen, normal şartlarda şarap ve meyte mütekavvim mal sayılmaz; çünkü onlardan şer‘an faydalanmak caiz değildir.
والمال غير المتقوم هو ما لم يتوافر فيه الأمران : الحيازة وجواز الانتفاع به في حال السعة والاختيار، أو لم يتوافر فيه أحد الأمرين كالخمر في حق المسلم.
Ğayr-i mütekavvim mal ise, iki şartın bir arada bulunmadığı şeydir: fiilen zilyedlik ve rahatlık ile tercih durumunda şer‘an ondan faydalanmanın caiz olması. Ya da bu iki şarttan biri bulunmaz; örneğin Müslüman açısından şarap gibi.
٢٤٦ - ويترتب على قسمة المال إلى متقوم وغير متقوم ما يأتي :
ا - من أتلف مال الغير وجب عليه الضمان، المثل إن كان مثلياً والقيمة إن كان قيمياً؛ لأن الشارع منحه حماية وحرمة.
أما غير المتقوم فلا حماية له ولا حرمة وبالتالي لا يضمن متلفه أي شيء. فإذا
أتلف إنسان سمكة في الماء أو حيواناً غير مملوك في الفلاة فلا ضمان على
المتلف. وكذلك إذا أتلف مسلم المسلم خمراً فلا ضمان على المتلف؛ لأن الخمر
غير متقومة في حق المسلم، أما لو أتلفها لذمي فإن الضمان يترتب على المتلف؛
لأن الخمر مال متقوم في حق الذمي وهذا عند الحنفية - والمالكية، ولا ضمان
عليه عند الشافعية والحنابلة وغيرهم، وحجتهم في عدم الضمان أن مالا يكون
متقوماً في حق المسلم لا يكون متقوماً في حق الذمي
246 - Malın mütekavvim ve ğayr-ı mütekavvim olarak sınıflandırılmasının sonuçları şunlardır:
A - Bir kimse başkasının malını tahrip ederse, eğer mal mislî (benzer şekilde ölçülebilen) ise eşdeğerini, kıyemi (değerli) ise değerini tazmin etmek zorundadır; çünkü şâri‘ ona koruma ve saygı vermiştir.
Ğayr-ı mütekavvim mala ise ne koruma ne de saygı vardır, dolayısıyla tahrip eden hiçbir tazminat yükümlülüğü taşımaz. Örneğin, birisi suda bulunan balığı ya da çölde sahipli olmayan bir hayvanı öldürürse tazminat yükümlülüğü olmaz.
Aynı şekilde, bir Müslüman başka bir Müslümanın şarabını tahrip ederse tazminat sorumluluğu yoktur; çünkü şarap Müslüman için mütekavvim mal değildir.
Ancak şarabı gayrimüslim birinin tahrip etmesi durumunda, Hanefî ve Malikî mezheplerine göre tazminat gerekir; çünkü şarap gayrimüslim için mütekavvim maldır. Şâfiî, Hanbelî ve diğer bazı mezheplere göre ise tazminat gerekmez.
Şâfiî ve Hanbelîlerin delili şudur: Müslüman açısından mütekavvim olan mal, gayrimüslim açısından mütekavvim mal sayılmaz.
Ali, Ahmet’in evindeki kitabı yanlışlıkla yırtıyor. Kitap, mütekavvim maldır; yani hem Ali’nin elinde olabilir hem de ondan faydalanması şer‘en caizdir. Bu durumda Ali, Ahmet’e kitabın aynısını ya da değerini ödemek zorundadır çünkü mütekavvim mallar korunur ve zarar veren sorumludur.
Başka bir olayda, Ali gölette yüzen balığı yakalayıp öldürüyor. Balık, ğayr-i mütekavvim maldır; çünkü kimsenin zilyedinde değildir ve şer‘en ondan faydalanılması zor ya da mümkün değildir. Bu yüzden Ali, balığı öldürdüğü için kimseye tazminat ödemek zorunda değildir.
Bir diğer örnek, Müslüman Ali, Müslüman Ahmet’in evindeki şarabı kırıyor. Şarap, Müslüman açısından ğayr-i mütekavvimdir; yani faydalanılması şer‘an yasak olduğu için zarar verene tazminat yükümlülüğü düşmez.
Ancak Ali, gayrimüslim birinin evindeki şarabı kırarsa, Hanefî mezhebine göre bu şarap mütekavvim mal sayılır ve Ali tazminat ödemek zorundadır. Çünkü gayrimüslim açısından şarap faydalanılması caiz olan maldır.
ب - المال المتقوم هو الذي تصح فيه التصرفات من بيع وهبة وإجارة ونحوها. وغير المتقوم لا يصح فيه شيء من ذلك فلو باع مسلم خمراً لم يصح البيع، ولكن لو باعها ذمي صح البيع ؛ لتقوم الخمر في حقهما
B - Mütekavvim mal, üzerinde satış, bağış, kira gibi tasarrufların geçerli olduğu maldır. Ğayr-i mütekavvim malda ise bu tür tasarruflar geçerli olmaz. Örneğin, bir Müslüman şarabı satsaydı satış sahih olmaz; fakat bir gayrimüslim şarabı satarsa satış geçerli olur çünkü şarap onlar açısından mütekavvim maldır.
٢٤٧ - العقار والمنقول :
العقار هو ما لا يمكن نقله بحال من الأحوال وليس ذاك إلا الأرض. والمنقول ما يمكن نقله وتحويله من مكان إلى مكان سواء تغيرت هيأته عند النقل أو لم تتغير. وعند المالكية : المنقول ما أمكن نقله مع بقاء هيئته وصورته دون تغير، فإن تغيرت فهو عقار لا منقول وعلى هذا فالشجر والبناء يعتبران من العقار في المذهب المالكي
247 - Akar ve Menkul mal:
Akar mal, hiçbir durumda yerinden hareket ettirilemeyen şeydir ve bu sadece topraktır.
Menkul mal ise, bir yerden başka bir yere taşınabilen ve taşınırken şekli değişip değişmemesi önemli olmayan şeydir.
Malikî mezhebine göre ise, Menkul mal sadece şekli ve görünümü değişmeden taşınabilendir; eğer taşınırken şekli değişirse, bu taşınmaz mal sayılır. Bu nedenle Malikîlere göre ağaçlar ve yapılar taşınmaz maldır.
٢٤٨ - وفائدة تقسيم المال إلى عقار ومنقول تظهر في الأحكام التالية :
أ - الشفعة تجري في العقار دون المنقول إلا على رأي بعض الفقهاء كما سيأتي بيانه فيما بعد.
ب - يجوز للوصي على الصغار أن يبيع ما يملكون من منقول حسب ما يراه من وجوه المصلحة، وليس له أن يبيع عقارهم إلا بمسوغ شرعي كبيعه إيفاء للدين، أو لزيادة نفقاته على غلاته وغير ذلك من المسوغات المذكورة في كتب الفقه.
ج - عند بيع أموال المدين وفاء لدينه يبدأ بالمنقول أولاً فإن لم يف بيع عقاره.
248 - Malın taşınmaz (عقار) ve taşınabilir (منقول) olarak ayrılmasının faydaları şunlardır:
A - Şuf‘a (önalım) hakkı taşınmaz mallarda geçerlidir, taşınabilir mallarda ise sadece bazı fakihlerin görüşüne göre uygulanır; bu konu daha sonra açıklanacaktır.
B - Küçüklerin vasisi, onların sahip olduğu taşınabilir malları, menfaatlerine uygun gördüğü şekilde satabilir. Ancak taşınmazlarını satması için şer‘î bir sebep gerekir; örneğin borcunu ödemek için satması, masraflarını karşılamak için satması veya fıkıh kitaplarında belirtilen diğer meşru sebepler.
C - Borçlunun malını borcunu ödemek için satarken, önce taşınabilir mallar satılır; eğer yeterli olmazsa taşınmaz mallara geçilir.
٢٤٩ - المثلي والقيمي :
المال المثلي هو ما لا تفاوت بين أجزائه أو أحاده أو مع تفاوت يسير لا يعتمد به مع وجود نظائره في الأسواق. وهذا النوع يقدر عادة بالوزن أو بالكيل أو بالعدد فمن الأول الذهب والفضة والتفاح ونحوها، ومن الثاني الزيوت والحبوب، وقد شاع استعمال الوزن في الحبوب، وأصبحت من الموزونات لا من المكيلات
ومن الثالث - أي : ما يقدر بالعد - البيض والبرتقال.
249 - Misli ve kıyemî mal:
Misli mal, parçaları veya tekil örnekleri arasında fark bulunmayan yahut pazarda benzerleri bulunduğu için önemsiz sayılacak kadar az fark bulunan maldır. Bu tür mallar genellikle ağırlık, hacim ya da adetle ölçülür:
Ağırlıkla ölçülenler: altın, gümüş, elma vb.
Hacimle (kille) ölçülenler: yağlar, hububat. (Günümüzde hububatın çoğu da ağırlıkla tartılır.)
Adetle ölçülenler: yumurta, portakal.
ومن الأموال المثلية في الوقت الحاضر جميع المصنوعات التي تنتجها الآلات إذا اتحدت في المادة والصنع والصفة وقد تقدر بالمقياس كالمتر والباردة والذراع مثل المنسوجات والأقمشة، وقد تقدر بالعدد كالأواني والملاعق والكتب ونحوها. المال القيمي : هو ما لا مثل له في الأسواق أو له نظير ولكن بتفاوت كبير لا يتسامح به عادة كالدور والحيوانات كالإبل والغنم والأحجار الكريمة والكتب المخطوطة ونحوها.
Günümüzde misli mallar arasına, madde, işçilik ve özellik bakımından tamamen aynı biçimde seri üretim makinelerinden çıkan pek çok eşya da girer.
Ölçüyle belirlenenler: metre, arşın gibi uzunluk birimleriyle satılan dokuma ve kumaşlar.
Adetle belirlenenler: standart kalıp tabak‑çanak, kaşık, basılı kitaplar vb.
Kıyemî mal ise piyasada tam eşi bulunmayan yahut benzerleri arasındaki farkın alıcı‑satıcı açısından kayda değer derecede büyük olduğu mallardır; örneğin evler, develer ve koyunlar gibi hayvanlar, değerli taşlar, el yazması kitaplar vb.
٢٥٠ - ويترتب على هذه القسمة أمور منها :
أ - المثلي يثبت ديناً في الذمة إذا ما عينت أوصافه بخلاف القيمي فإنه لا يثبت ديناً في الذمة.
ب - الضمان في إتلاف المثلي يكون بمثله، وفي القيمي يكون بقيمته.
250 - Bu ayırımın bazı sonuçları şunlardır:
A - Misli mal, nitelikleri belirlenirse zimmette borç olarak sabit olabilir; kıyemî mal ise zimmet borcu olmaz.
B - Misli mal telef edildiğinde tazminat aynı misille (emsaliyle), kıyemî mal telef edildiğinde ise değeriyle (piyasa kıymetiyle) ödenir.
Ömer, Mehmet’ten ― özellikleri belirlenmiş ― “ayarı tam, 24 ayar, 10 gram altın” borç alıyor. Altın misli maldır; piyasada standardı bolca bulunur. Bu yüzden “10 gram 24 ayar altın” Hüseyin’in zimmetinden alacak, Hasan’ın zimmetinde borç olarak sabit olur. Vade gelince Hasan, aynı nitelikte 10 gram altını teslim ederek borcunu ödeyebilir.
Kıyemî mal borcu oluşmaz:
Ahmet, Hüseyin’e “senin şu el yazması Tezkiretü’l‑Fukahâ nüshasını ödünç ver, aynısını geri getireyim” dese ve Hüseyin kabul etse bile, bu tür el yazması kitap piyasada eşi bulunmayan kıyemî maldır. Aynısını bulup teslim etmek fiilen imkânsızdır; bu yüzden fıkhen “falanca nüshanın tıpatıp aynısı” zimmette borç olarak sabit olmaz. Eğer kitap zarar görürse Hasan, nüshanın piyasa değerini (kıymetini) ödemekle yükümlüdür; “aynı nüshayı” getirme borcu doğmaz.
المال المتقوّمما صار في حيازة الإنسان ويجوز الانتفاع به شرعاً في حال السَّعة والاختيارMütekavvim mal: İnsanın fiilen sahipliğinde bulunan ve normal (zaruret hâli dışındaki) şartlarda şer‘an yararlanılması helâl olan maldır.
المال غير المتقوّمما فُقِد فيه شرط الحيازة أو شرط جواز الانتفاع (أو كلاهما).Ğayr-ı Mütekavvim mal: Sahiplik şartı veya şer‘an yararlanma izni şartı (ya da her ikisi) bulunmayan maldır.
العقار ما لا يمكن نقله بحالٍ من الأحوال Akar: Herhangi bir şekilde nakli mümkün olmayan maldır.
المنقول ما يمكن نقله وتحويله من مكانٍ إلى آخر، ولو تغيّرت هيئتُه Menkul: Yapısı değişse bile bir mekandan başka bir mekana taşınması mümkün olan maldır.
المال المثلي ما لا تفاوت يُعتدّ به بين أجزائه مع وجود نظائرَه في الأسواق؛ يُقَوَّم بالوزن أو الكيل أو العدد Misli Mal: Parçaları arasında kayda değer bir fark bulunmayıp piyasada benzerleri bulunan; ağırlık, hacim veya adetle ölçülüp değeri belirlenen maldır.
المال القيْميّ ما لا مثلَ له في الأسواق أو له نظير مع تفاوتٍ كبيرٍ في القيمة Kıyemi Mal: Piyasada eşi bulunmayan yahut benzerleri olsa da değer farkı çok büyük olan maldır.
الملك أو الملكية
٢٥١ - تعريف الملك :
إذا حاز الإنسان مالاً وكان له الانتفاع به شرعاً أصبح هو المالك والمال مملوكاً له، وظهرت بينهما علاقة اعتبارية يقرها الشارع ويرتب عليها آثارها، وهذه العلاقة هي الملك أو الملكية (نسبة إلى المالك التي من آثارها تمكين المالك - دون غيره من الانتفاع بالمملوك والتصرف فيه بأنواع التصرفات. فالملك إذن اختصاص بالشيء يمكن صاحبه شرعاً من الانفراد بالانتفاع به والتصرف فيه عند عدم المانع الشرعي
251 – Mülkiyetin Tanımı
Bir kimse bir malı zapt edip o maldan şer‘an yararlanma hakkına sahip olursa, o kimse “mâlik”, mal ise “memlûk” (ona ait mal) olur. Böylece aralarında, şeriatın kabul edip sonuçlar bağladığı itibarî bir ilişki doğar ki buna “mülk/mülkiyet” denir. Mülkiyetin en belirgin sonucu, malikin başkasını ortak etmeden o maldan yararlanabilmesi ve onda her türlü tasarrufta bulunabilmesidir. Demek ki mülkiyet, maliki —meşru bir engel bulunmadıkça— bir şeye tek başına faydalanma ve tasarrufta bulunma imkânına kavuşturan özel bir hak (ihtisas)tır.
فإذا ثبت هذا الاختصاص لشخص بشيء، وكان له شرعاً بناء على هذا الاختصاص أن يستبد بالانتفاع به أو التصرف فيه ثبت له الملك على ذلك الشيء. وعلى هذا فقيم المجنون أو المعتوه ووصي السفيه أو الصغير لا يعد واحد منهما مالكاً لما يتصرف فيه من أموال من هو تحت ولايته ؛ لأنه لا يستقل بالتصرف وإنما يتصرف في أموال من هو تحت ولايته بناء على صفته من كونه قيماً أو وصياً، بينما يعتبر كل من المجنون ونحوه مالكاً؛ لأنه يستقل بالتصرف لولا مانع الجنون ونحوه، ولهذا إذا زال المانع عاد الممنوع
Eğer bir kimseye bir şey üzerinde böyle bir ihtisâs (özel hak) sabit olur ve bu hakka dayanarak şer‘î bakımdan o şeyi bizzat kullanma veya onda tasarrufta bulunma yetkisi tanınırsa, artık o kimse o şey üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmuş sayılır.
Buna göre; mecnûn (akıl hastası) veya ma‘tûh (zekâ geriliği olan) kimselerin vasîsi ile sefîh (parayı gereksiz harcayan) veya küçük yaştaki kimselerin vasisinin yaptığı tasarruflar, himayesi altındaki şahısların mallarında gerçekleşmiş olsa da, vasî yahut kayyımın kendisi malik sayılmaz; çünkü tasarrufu bizzat (müstakil olarak) değil, vekâlet/velâyet sıfatıyla yapmaktadır. Buna karşılık, akıl hastası vb. kimselerin bizzat kendileri malik kabul edilir; zira onların tasarrufta bulunmalarına mâni olan şey şahsî kusur (delilik vb.) olup, bu mâni ortadan kalktığında engellenmiş hakları da geri döner ve tasarrufu bizzat kendileri yapabilirler.
٢٥٢ - الملك والمال :
قلنا : إن الملك اختصاص بالشيء يمكن صاحبه بحكم الشرع من الانفراد بالانتفاع بالشيء والتصرف فيه إلا لمانع شرعي. ولكن الملك قد يطلق على الشيء المملوك، فيكون بهذا الاعتبار أعم من المال عند الحنفية، لأن الملك - بمعنى المملوك - يشمل الأموال والمنافع؛ إذ كل منهما مملوكة، ولكن المنافع ليست مالاً عند الحنفية وإن كانت مملوكة وترد عليها تصرفات كثيرة كالإجازة والوصية
252 – Mülkiyet ile Mal Arasındaki Fark
Daha önce, “mülkiyet”; sahibine, şer‘an geçerli olduğu sürece — meşrû bir engel bulunmadıkça — bir şeyden tek başına yararlanma ve o şey üzerinde tasarrufta bulunma imkânı veren özel bir hak (ihtisâs) olarak tanımlanmıştı.
Ancak “milk” (mülk) kavramı Arapçada bazen “memlûk” (mülkiyete konu olan şey) anlamında da kullanılır. Bu anlamıyla mülk, Hanefîler nezdinde “mal” kavramından daha geniştir; zira “memlûk” denildiğinde hem mallar hem de menfaatler kapsama girer. Her ikisi de sahiplik altındadır. Ne var ki menfaatler, Hanefî fıkhında “mal” sayılmaz; çünkü mal olmanın şartları menfaatlerde bulunmaz. Bununla birlikte menfaatler de mülkiyete konu olabilir ve kira (icâre), vasiyet gibi pek çok hukukî işlem menfaatler üzerinde cereyan eder.
٢٥٣ - ما يقبل الملك من الأموال وما لا يقبله :
الأصل في الأموال أنها بطبيعتها تقبل الملك، إلا أنه قد يعرض لها من العوارض ما يجعلها غير قابلة للتملك، كالأموال التي يتعلق بها حق الناس جميعاً، وهي المخصصة للمنافع العامة كالطرق العامة والأنهار العظيمة كدجلة والفرات، والجسور ونحو ذلك، كل هذه الأموال، وهي بهذه الصفة، لا تقبل التملك فلا يمكن أن يرد عليها ملك فردي لمنافاة ذلك لما خصصت له. ولكن إذا زالت صفتها هذه ـ أي تخصيصها للنفع العام - أمكن عند ذلك تملكها ملكية فردية، كما لو استغني عن الطريق العام بإنشاء طريق غيره، فإن الطريق الأول المهجور يقبل عند -ذاك التملك.
253 – Mülkiyete Elverişli Olan ve Olmayan Mallar
Aslolan, malların tabiatı gereği mülkiyete konu olabilmesidir. Ancak bazen onlara ilişkin birtakım durumlar ortaya çıkar ki bu durumlar malı temellük edilemez hâle getirir. Örneğin, bütün insanların hakkının bulunduğu, umuma tahsis edilmiş mallar böyledir: umumi yollar, Dicle ve Fırat gibi büyük nehirler, köprüler vb. Bu tür mallar, söz konusu tahsis sebebiyle özel mülkiyete girmez; çünkü ferdî mülkiyet, onların kamusal yarara özgülenmiş mahiyetine aykırıdır.
Ne var ki bu kamusal tahsis ortadan kalktığında, artık ferdî mülkiyet söz konusu olabilir. Meselâ mevcut umumi yolun yerine başka bir yol açılıp eskisi atıl hâle gelirse, terk edilmiş eski yol —artık kamu yararına tahsis edilmediği için— özel mülkiyete konu edilebilir.
وكذلك الأموال الموقوفة لا تقبل التملك، ولكن إذا ظهر سبب شرعي يسوغ بيعها كما لو قررت الجهة المختصة استبدال الوقف بغيره، جاز بيع الوقف وتملكه من قبل الأفراد ومثل الوقف في عدم جواز بيعه إلا بمسوغ شرعي، أموال الدولة كالأرض الأميرية فهي لا تصلح للتملك إلا إذا وجد سبب يبيح بيعها كما لو رأت الدولة بيع ذلك لمصلحة مشروعة. وفيما عدا ما ذكرناه من أموال، يصح تملكه وتمليكه
Aynı şekilde, vakfedilen mallar (evkaf) da mülkiyete konu olamaz. Ancak, şer‘î bir sebep ortaya çıktığında —örneğin ilgili makam vakfı başka bir şeyle değiştirmeye karar verirse— vakfın satılması ve bireyler tarafından mülkiyetinin iktisap edilmesi mümkün olur.
Vakıf mallarında satış ancak meşru bir sebep bulunursa caizdir. Buna benzer şekilde, devlete ait mallar (örneğin emirlik toprakları) da ancak meşru bir sebep ile satışına izin verilirse mülkiyete konu olabilir. Mesela devlet, kamu yararına uygun bir sebep görürse bu malları satabilir.
Bunlar dışında kalan malların mülkiyeti ise genel olarak geçerlidir ve bunlar temellük edilip mülkiyet tesis edilebilir.
٢٥٤ - أنواع الملك :
الملك نوعان : ملك تام، وملك ناقص.
فالتام ما يرد على ذات الشيء ومنفعته معاً. والناقص ما يرد على أحدهما فقط، أي : ملك ذات الشيء - رقبته - فقط أو ملك منفعته فقط. فمن يملك أرضاً رقبة ومنفعة فإن له أن يستعملها بنفسه فيزرعها أو يبني عليها ، أو يستغلها بإيجارها للغير أو يتصرف فيها بالبيع أو الرهن ونحو ذلك؛ لأن ملكيته ملكية تامة تسوغ له هذه التصرفات. ومن يملك رقبة الأرض فقط فليس له أن يستغلها أو ينتفع بها ما دامت ملكيته لمنفعتها لم ترجع إليه بعد
254 – Mülkiyetin Türleri
Mülkiyet iki türdür: tam mülkiyet ve eksik (nakıs) mülkiyet.
Tam mülkiyet: Bir şeyin aynını ve menfaatini içine alan mülkiyettir.
Nakıs mülkiyet: Sadece birine sahip olunan mülkiyettir; yani ya sadece rakabe mülkiyeti ya da sadece menfaat mülkiyetini içine alır. Not: الرقبة Mülkiyete konu olan eşyanın sadece maddî varlığı anlamında bir fıkıh terimi.
Meselâ, bir kimse bir araziyi hem rakabe (toprak mülkiyeti) hem de menfaati (yararlanma hakkı) olarak tam olarak mülk edindiğinde, o kişi arazisini bizzat kullanabilir, üzerine ekim yapabilir, inşaat yapabilir; ya da başkasına kiraya verebilir, satabilir veya rehin verebilir. Çünkü onun mülkiyeti tamdır ve bu tasarruflara izin verir.
Ancak sadece arazi rakabesine (kendisine) sahip olan kimsenin, araziyi kullanması veya ondan yararlanması mümkün değildir; zira menfaat hakkı kendisine henüz dönmemiştir. Bu durumda mülkiyeti nakıs (eksik) yani kısmi sayılır.
الملك الناقص
٢٥٥ - تمهيد :
-الملك الناقص - كما قلنا - إما ملك العين فقط - أي : رقبتها - وإما ملك منفعتها فقط. وملك المنفعة، وقد يسمى أيضاً بحق الانتفاع، ينقسم إلى قسمين : حق انتفاع شخصي، وحق انتفاع عيني. فحق الانتفاع الشخصي يتعلق بشخص المنتفع فيكون له فقط وقد ينتقل إلى غيره في بعض الحالات كما سنذكره فيما بعد. وحق الانتفاع العيني، ويسمى بحق الارتفاق يتعلق بعين العقار المقرر عليه هذا الحق ويتبع العقار المقرر له أني ذهب، فهو لا يثبت لشخص معين، بل يتبع العقار المقرر له هذا الحق ويتبعه أنى ذهب ويثبت لمن يملك هذا العقار. وعلى هذا يكون الملك الناقص ثلاثة أنواع : (الأول) ملك العين فقط. (الثاني) ملك منفعة فقط يكون معه حق الانتفاع شخصياً. (الثالث) ملك منفعة يكون معه حق الانتفاع عينياً وهو حق الارتفاق. ونتكلم فيما يلي عن كل نوع في مطلب على حدة.
Nakıs Mülkiyet
255 – Giriş
Eksik mülkiyetin iki ana biçimi bulunduğunu söylemiştik:
Sadece aynın (rakabenin) mülkiyeti,
Sadece menfaatin mülkiyeti (hak‑i intifâ).
Menfaat mülkiyeti, başka bir ifadeyle intifâ hakkı, kendi içinde ikiye ayrılır:
- Şahsî intifâ hakkı (hakk‑ı intifâʾi şahsî): Menfaat doğrudan belirli bir kişiye bağlıdır; hak bu şahsa aittir, bazı durumlarda başkasına devredilebilir (ileride değineceğiz).
- Aynî intifâ hakkı (hakk‑ı intifâʾi aynî) yahut irtifak hakkı (hakk‑ı irtifâk): Hak, üzerine tesis edildiği akarın (ğayr-ı menkul) zatına bağlıdır; belirli bir şahsa değil, o taşınmaza kim sahipse ona intikal eder ve nereye giderse hak da onunla birlikte gider.
Buna göre eksik mülkiyet üç türe ayrılır:
- Yalnızca aynın (rakabenin) mülkiyeti,
- Yalnızca menfaatin mülkiyeti — şahsî intifâ hakkı ile,
- Yalnızca menfaatin mülkiyeti — aynî intifâ/irtifak hakkı ile.
Aşağıda her bir türü ayrı başlıklar hâlinde ele alacağız.
المطلب الأول: ملك العين فقط
٢٥٦ - ويكون هذا النوع من الملك فيما إذا كانت العين وحدها - أي : رقبتها فقط - مملوكة لشخص مدة حياته أو لمدة معينة ثم مات الموصي وقبل الموصى له الوصية، فإن ملكية العين تؤول إلى الورثة ومنافعها إلى الموصى له طيلة المدة المعينة في الوصية ويلزم الورثة تسليم العين إلى الموصى له رد العين إلى ورثة الموصى، وإذا مات الموصى له قبل انتهاء المدة وجب على ورثته ردها إلى ورثة الموصي؛ لأن المنافع لا تورث عند الحنفية.
ويلاحظ هنا أن ملكية العين فقط هي ملكية دائمة وتنتهي دائماً إلى ملكية تامة، أما ملكية المنافع فقط فإنها تكون مؤقتة دائماً وناقصة دائماً.
Birinci Bölüm: Sadece Aynın (Rakabenin) Mülkiyeti
256 – Tanımı ve Hükmü
Bu tür mülkiyet, bir malın yalnız rakabesinin belirli bir kimseye ait olması hâlidir. Örnek olarak: Bir kimse vasiyetinde “Falanca, hayatı boyunca şu arsanın menfaatlerinden yararlansın; rakabesi ise ölümümden sonra varislerime kalsın” derse, vasiyet eden öldüğünde ve vasiyeti alan (mûsâ leh) vasiyeti kabul ettiğinde, Rakabe (malın aslı) mirasçılara intikal eder. Menfaatler vasiyette belirtilen süre boyunca mûsâ leh’e ait olur.
Varisler, malı (arsa vb.) menfaat sahibine teslim etmekle yükümlüdür.
Eğer mûsâ leh vasiyetteki süre dolmadan ölürse: Hanefîlere göre menfaatler miras yoluyla intikal etmez; dolayısıyla mûsâ leh’in varisleri menfaat hakkını devralamaz. Mal, süre henüz dolmamış olsa bile rakabe sahibi mirasçılara (mûsî’nin varislerine) iade edilir.
Önemli not: Rakabenin tek başına mülkiyeti kalıcıdır ve sonunda daima tam mülkiyete dönüşür (menfaat hakkı süre bitince veya engel kalkınca sahibine döner). Buna karşılık sadece menfaat mülkiyeti her zaman geçicidir ve yapısı gereği noksan kalır.
وكذلك لو أوصى شخص برقبة العين المملوكة له إلى شخص ومنافعها إلى شخص آخر وقبل الاثنان الوصية بعد موت الموصي، فإن ملك كل منهما ناقص فإذا انتهت مدة الانتفاع بالعين سلمت إلى الموصى له برقبتها وعادت ملكيته تامة.
Aynı şekilde, bir kimse kendisine ait bir malın rakabesini (aslını) bir kişiye, menfaatini ise başka bir kişiye vasiyet etmiş ve vasiyet eden öldükten sonra her iki mûsâ leh de vasiyeti kabul etmişse, her iki tarafın mülkiyeti de eksik mülkiyet sayılır. Menfaat için belirlenen süre sona erdiğinde, mal menfaat sahibinden alınır, rakabe vasiyet olunan kimseye teslim edilir ve onun mülkiyeti artık tam mülkiyet hâline gelir.
٢٥٧ - خصائص هذا النوع من الملك :
إن مالك العين ليس له أن ينتفع بها مدة تعلق حق المنتفع بها، كما أنه ليس له أن يتصرف فيها تصرفاً مضراً بمالك المنفعة - وإذا مات مالك العين تورث عنه، وإذا أتلفها ضمن قيمة المنفعة لمالكها.
257 – Bu Mülkiyet Tipinin Özellikleri
Menfaat Hakkı Devam Ettiği Sürece Kullanma Yasağı
Rakabenin sahibi, menfaat hakkı başkasına ait olduğu müddetçe maldan bizzat yararlanamaz.
Zarar Verecek Tasarruf Yasağı
Rakabe sahibi, menfaat sahibine zarar verecek nitelikte tasarruflarda (yıkma, kullanılamaz hâle getirme, verimi düşürme vb.) bulunamaz.
Miras Yoluyla İntikal
Rakabe sahibi ölürse, rakabe hakkı mirasçılarına geçer; bu durum menfaat sahibinin hakkını ortadan kaldırmaz, süre bitene kadar devam eder.
Zarar veya Yok Etme Hâlinde Tazmin
Rakabe sahibi malı telef ederse (örneğin binayı yıkarsa, toprağı kullanılamaz kılarsa) menfaat sahibine, yoksun kaldığı menfaatin kıymetini (bedelini) ödemekle yükümlüdür.
المطلب الثاني: ملك المنفعة أو حق الانتفاع الشخصي
٢٥٨ - وهذا الحق يتعلق ابتداء بشخص المنتفع فله أن يستوفي المنفعة بنفسه، ولكن قد يكون له أيضاً أن يملكها لغيره كما لو أوصى لآخر بمنافع داره ينتفع بها كيف يشاء، فإن للموصى له في هذه الحالة أن يسكنها بنفسه كما له أن يعيرها أو يؤجرها لغيره. وقد لا يكون للمنتفع أن يملك المنفعة لغيره، بل له أن ينتفع بها بنفسه فقط كما لو وقف شخص داره على آخر ليسكنها بنفسه فقط ثم من بعده إلى الفقراء، أو يقف شخص داره ليسكنها طلبة العلم فقط فلا يكون لواحد منهم أن يعيرها أو يؤجرها. وفي هاتين الحالتين يكون للمنتفع ملك المنفعة أو حق الانتفاع، فلا فرق بين التسميتين عند الحنفية. ويرى فريق آخر من الفقهاء، ومنهم المالكية، قصر اسم ملك المنفعة على الحالة الأولى، أي: فيما إذا كان للمنتفع تمليك المنفعة لغيره، وقصر اسم حق الانتفاع على الحالة الثانية، أي: في ما إذا امتنع على المنتفع تمليك المنفعة إلى غيره. فحق الانتفاع عند هؤلاء الفقهاء من قبيل الإباحة لا من قبيل ملك المنفعة خلافاً للحنفية
İkinci Bölüm: Menfaatin Mülkiyeti (Milkü’l‑Menfaʿa) veya Şahsî İntifa Hakkı
258. Bu hak ilk anda doğrudan menfaat sahibine (muntafiʿ) bağlıdır; dolayısıyla menfaati bizzat kendisi kullanabilir. Ancak kimi durumlarda bu menfaati başkasına da devretme yetkisi vardır. Meselâ, bir kimse evinin menfaatlerini dilediği gibi yararlanması için başka birine vasiyet ederse, vasiyet alacaklısı (mûsâ leh) o evi hem kendisi oturmak suretiyle kullanabilir hem de başkasına ödünç verebilir veya kiraya verebilir.
Buna karşılık menfaat sahibinin menfaati başkalarına devredemediği hâller de bulunur; menfaati yalnızca kendisi kullanabilir. Örneğin biri evini belirli bir şahsa yalnızca kendisinin oturması için vakfeder, ardından menfaati fakirlere tahsis eder; yahut evini sadece ilim talebelerine tahsis eder. Bu hallerde hiçbir menfaat sahibi, menfaati ödünç veremez veya kiraya veremez.
Her iki durumda da menfaat sahibi Hanefî mezhebine göre menfaatin mülkiyetine (milkü’l‑menfaʿa) yahut intifa hakkına (ḥakku’l‑intifâʿ) sahiptir; Hanefîler bu iki terim arasında fark görmez. Buna karşılık bazı fıkıhçılar –özellikle Mâlikîler– menfaati devretme imkânı bulunan hâle “menfaatin mülkiyeti”, devretme imkânı bulunmayan hâle ise “intifa hakkı” demeyi tercih eder. Onlara göre bu ikinci durumda intifa hakkı, Hanefîlerin aksine, ibâha (salt kullanım izni) sayılır; menfaat mülkiyeti olarak kabul edilmez.
٢٥٩ - الفرق بين الملك والإباحة :
وعلى ذكر الإباحة لا بد من بيان الفرق بينها وبين الملك. فالملك اختصاص بالشيء يكسب صاحبه حق التصرف في هذا الشيء المملوك ما لم يوجد مانع شرعي. فإذا كان الملك منصباً على المنفعة أبيح للمالك أن يستوفي المنفعة بنفسه وأن يملكها لغيره بعوض أو بغير عوض كالمستأجر لأن المنفعة ملكه فله أن يتصرف فيها كما يشاء، إلا إذا كان مالك المنفعة ممنوعاً من تمليكها لغيره كما في الوصية بالسكن فقط دون الإسكان.
259 – Mülkiyet ile İbâha (Kullanım İzni) Arasındaki Fark
İbâhadan söz açılmışken, onu mülkiyetten ayıran farkı da açıklamak gerekir. Mülkiyet (milk), bir şeye ilişkin özel bir tasarruf yetkisidir; sahibine, şer‘î bir engel bulunmadıkça o şey üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkı tanır. Mülkiyet, eğer menfaat (kullanım hakkı) üzerine kurulmuşsa, menfaati elinde bulunduran kimse onu bizzat kullanabileceği gibi –bedelli veya bedelsiz olarak– başkasına da devredebilir; kiracıda (müstecir) olduğu gibi. Zira menfaat onun mülküdür; dilediği gibi tasarruf edebilir. Ancak menfaat sahibinin, menfaati başkasına devretmesi özel bir şer‘î engelle yasaklanmışsa –meselâ sadece “oturma hakkı” vasiyet edilip “oturtma hakkı” verilmemişse– bu durumda menfaati devredemez.
أما الإباحة فهي حق يثبت للإنسان بسبب الإذن له بالانتفاع. وقد يكون هذا الإذن من مالك الشيء كما لو أذن المالك لشخص بالركوب معه في سيارته أو بالمبيت في بيته أو بقراءة كتابه. وقد يكون الإذن عاماً للجميع فيما هو مخصص للمنافع العامة كالطرق العامة والأنهار العظام والجسور ونحو ذلك. وقد يكون الإذن بحكم الشرع كما في قوله عليه الصلاة والسلام : الناس شركاء في ثلاثة : في الماء والكلأ والنار أي شركاء شركة إباحة لا شركة ملك في الماء غير المملوك لأحد، وبالكلاً قبل أن يحرز ويحاز، وبضوء النار الموقدة. فما دام الإذن قائماً فالإباحة قائمة، فإذا زال الإذن زالت الإباحة وتلاشى الحق في الانتفاع. هذا وإن من أبيح له الانتفاع فليس له أن ينتفع إلا بنفسه وفق الإذن الصادر بالإباحة، فمن أبيح له الركوب بالسيارة ليس له أن يحملها الأثقال ولا أن يركب غيره فيها. ومن أبيح له المبيت في منزل ليس له أن ينيب عنه أحداً غيره، ومن دعي إلى وليمة ليس له أن يحوز طعاماً منها ويأخذه إلى بيته... وهكذا. ومن هذا يتبين لنا أن إباحة الانتفاع بالشيء لا تفيد ملكية المنفعة وإنما تفيد الحق لمن أبيح له الانتفاع في أن ينتفع بنفسه فالإباحة رخصة في تحصيل المنفعة وليست هي ملك المنفعة
İbâha (kullanım izni), kişinin kendisine tanınan izin sebebiyle bir şeyden yararlanma hakkıdır. Bu izin, mal sahibinden kaynaklanabilir; örneğin mal sahibi birine arabasında beraber yolculuk etme, evinde geceleme veya kitabını okuma yetkisi verir. İzin, genel kamu yararı için de olabilir; umuma tahsis edilmiş yollar, büyük nehirler, köprüler gibi yerlerde böyledir. İzin bazen de şer‘î hükme dayanır; nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar üç şeyde ortaktır: suda, merada ve ateşte.” Buradaki ortaklık mülkiyet değil, kullanım iznidir: Sahipsiz sudan, henüz sahiplenilmemiş meradan ve yanan ateşin ışığından herkes yararlanabilir.
İzin sürdükçe ibâha sürer; izin kalkınca ibâha da sona erer ve yararlanma hakkı yok olur. İzin verilen kimse yalnızca kendisi, izin kapsamında yararlanabilir; arabaya binme izni olan kişi araca yük yükleyemez veya başkasını bindiremez; evde geceleme izni olan başkasını gönderemez; yemeğe davet edilen yiyeceği paketleyip evine götüremez. Böylece ibâha, menfaat mülkiyeti sağlamaz; sadece izin verilen kimsenin bizzat kendisinin yararlanmasına imkân tanır.
٢٦٠ - أسباب ملك المنفعة :
ومالك المنفعة يستفاد بأحد الأسباب الآتية :
260 - Menfaat mülkiyetinin sebepleri:
Menfaat mülkiyeti aşağıdaki sebeplerden biriyle kazanılır:
أولاً : الإجارة: وهي تمليك المنفعة بعوض، فالمستأجر يتملك بها منفعة المأجور وله أن يستفيدها بنفسه على الوجه المنصوص عليه في عقد الإجارة كما له أن يملكها لغيره بعوض أو بغير عوض ما دامت المنفعة لا تختلف باختلاف المنتفعين.
Birinci sebep: Kira (icâre)
Kira, menfaatin bedel karşılığında mülkiyetinin devridir. Kiracı, kira akdiyle kiralanan şeyin menfaatini mülkiyetine geçirir; sözleşmede belirtilen şekilde bu menfaatten bizzat yararlanabileceği gibi, menfaat kullanan kişiye göre değişmiyorsa onu bedelli veya bedelsiz olarak başkasına da devredebilir.
ثانياً : بالإعارة : وهي تبرع بالمنفعة بدون عوض، وتفيد تمليك المنفعة للمستعير على رأي جمهور الأحناف خلافاً لمن رأى أنه إباحة. فعلى الرأي الأول يجوز للمستعير أن يملكها لغيره بطريق الإعارة فقط ما لم يمنع من ذلك مانع كما لو شرط عليه المعير أن لا يعيرها لأحد أو كانت المنفعة تختلف باختلاف المنتفعين.
İkinci sebep: Âriyet (ödünç verme)
Âriyet, bedelsiz olarak menfaatin bağışlanmasıdır; çoğu Hanefî âlime göre menfaatin mülkiyetini ödünç alana geçirir (bazılarına göre ise sadece ibâhadır). Birinci görüşe göre, ödünç alan kimse, engelleyici bir şart bulunmadıkça (örneğin ödünç veren “başkasına ödünç verme” diye şart koşmuşsa yahut menfaat kullanıcıya göre değişiyorsa) menfaati yalnızca âriyet yoluyla başkasına da devredebilir.
ثالثاً : بالوقف والوصية وكلاهما يفيد ملك المنفعة، وللموقوف عليه أو الموصى له أن يستوفي المنفعة بنفسه وأن يملكها لغيره، كما لو وقف شخص داره على فلان ومن بعده على المساجد، أو أوصى بمنفعته وجعل لكل منهما أن ينتفع بالدار على الوجه الذي يريده فلكل منهما أن يسكن الدار إن شاء أو يؤجرها أو يعيرها .
Üçüncü sebep: Vakıf ve vasiyet
Her ikisi de menfaat mülkiyeti sağlar. Vakıf lehtarı veya vasiyet alacaklısı menfaatten bizzat yararlanabileceği gibi onu başkasına da devredebilir. Örneğin biri evini falana, ondan sonra da camilere vakfeder ya da menfaatini vasiyet eder ve her birine evi istediği gibi kullanma yetkisi verirse, her ikisi de isterse evde oturabilir, isterse kiraya verebilir veya ödünç olarak başkasına kullandırabilir.
٢٦١ - أحكام هذا النوع من الملك :
يختص ملك المنفعة أو حق الانتفاع الشخصي بجملة أحكام منها : أولاً : قبوله التقييد، فلا يكون هذا النوع من الملك مطلقاً، بل يقيد ابتداء بالزمان والمكان والصفة، فيجوز مثلاً لمعير السيارة أن يقيد المستعير بالانتفاع بها مدة أسبوع فقط أو أن يستعملها للركوب فقط دون نقل الأثقال والأثاث، أو أن يستعملها في بغداد فقط أو أن يستعملها نهاراً لا ليلاً. وللموصي بمنفعة أرضه لشخص أن يقيد الموصى به بزراعتها قمحاً فقط أو بعدم تمليك منفعتها لغيره وهكذا.
261 - Bu Tür Mülkiyete İlişkin Hükümler:
Menfaat mülkiyeti veya şahsi intifa hakkı bir dizi hükme tabidir:
Birinci hüküm: Kısıtlamaların kabulüdür. Bu tür mülkiyet mutlak değildir, baştan zaman, yer ve nitelik bakımından sınırlandırılabilir. Örneğin, araba ödünç veren kişi, ödünç alanı sadece bir hafta süreyle veya yalnızca binek amacıyla kullanmakla sınırlayabilir; ağır yük veya eşya taşımak yasak olabilir. Arabanın sadece Bağdat’ta veya sadece gündüz kullanılması şartı konabilir. Bir kimse vasiyet yoluyla arazisinin menfaatini birine bırakırken, vasiyet edilen kişi sadece bu araziyi buğday yetiştirmekle sınırlandırabilir veya menfaati başkasına devretmesi yasaklanabilir, vb.
وهذا خلاف الملك التام؛ فإنه لا يقبل التقييد ولا يتقيد بشيء مما ذكرناه كما سيأتي فيما بعد.
Bu durum, tam mülkiyetten farklıdır; tam mülkiyet kısıtlama kabul etmez ve yukarıda saydığımız sınırlamalara tabi olmaz, bu konu ilerleyen bölümlerde açıklanacaktır.
ثانياً : عدم جريان الإرث في هذا النوع من الملك، فلا ينتقل ملك المنفعة أو حق الانتفاع إلى الغير عن طريق الإرث وهذا عند الحنفية ؛ لأن الإرث يجري فيما كان يملكه المورث ويبقى بعد وفاته وليست المنافع كذلك فهي تحدث آناً بعد آن، وما كان مملوكاً منها في حياته يفنى بعد وفاته وما وجد منها بعد وفاته لم يكن مملوكاً في حياته فلا يتصور فيه الميراث واستثنى الحنفية من ذلك حقوق المرور والشرب والمسيل والتعلي فإنها تورث عندهم كما سيأتي فيما بعد. أما عند غير الحنفية فإن الإرث يجري في ملك المنفعة، لأن المنافع أموال عندهم فهي أموال مملوكة للمورث فتورث عنه
İkinci hüküm: Mirasın işlemezliği
Hanefîlere göre, menfaat mülkiyeti veya şahsi intifa hakkı miras yoluyla başkasına geçmez; çünkü miras, ölenin sahip olduğu şeylerin intikali iken menfaatler anlık ve geçici olduğundan miras kapsamına girmez. Hayatta iken sahip olunan menfaatler ölümle sona erer; ölümden sonra ortaya çıkan menfaatler ise hayattayken mal değildir, bu nedenle miras konusu olamaz. Hanefîler bunun istisnası olarak geçiş, içme, su yolu ve üst haklarını sayar; bunlar miras yoluyla geçer (buna ileride değinilecektir).
Diğer mezheplere göre ise menfaatler mal sayıldığı için miras yoluyla geçer; menfaatler ölenin mal varlığı içinde değerlendirilir ve mirasçılarına intikal eder.
ثالثاً : يجب تسليم العين إلى مالك المنفعة ليستوفيها على الوجه الجائز له، وعليه أن يحافظ عليها المحافظة المطلوبة دون إهمال أو تقصير، فإذا هلكت في يده أو تعيبت دون تعد أو إهمال أو تقصير لم يضمن شيئاً لأنه أمين، أما إذا كان الهلاك أو العيب بتعد منه أو تقصير فعليه الضمان.
Üçüncü hüküm:
Menfaatin maliki, menfaati kendisi kullanmak üzere malı teslim almak zorundadır. Malı, kendisine uygun şekilde korumakla yükümlüdür; ihmal veya kusur olmadan mal zarar görürse sorumluluk taşımaz çünkü kendisi emanetçi sayılır. Ancak zarar veya eksiklik kendi kusur veya ihmalinden kaynaklanırsa, zarar ve ziyanı karşılamak zorundadır.
رابعاً : على مالك المنفعة نفقات العين التي ينتفع بها إذا كان انتفاعه بها بالمجان كما في الوصية والعارية، أما إذا كان انتفاعه بعوض فإن نفقة العين تكون على مالكها، فنفقة الدابة وتكاليف السيارة تكون على مالكها لا على مستأجرهما وعلى المستعير لا على المالك في حالة الإعارة
Dördüncü hüküm:
Menfaat sahibi, menfaati bedelsiz kullandığında (örneğin vasiyet veya ödünçte) malın masraflarını ödemek zorundadır. Ancak menfaat bedel karşılığı kullanılıyorsa, malın masrafları mal sahibine aittir. Mesela binek hayvanının bakımı veya arabanın masrafları, kiracıya değil mal sahibine, iarede ise (ödünç alma) ödünç alana aittir mal sahibine değil.
خامساً : رد العين إلى مالكها بعد انتهاء حق الانتفاع إذا طلبها منه إلا إذا ترتب على الرد ضرر بالمنتفع فعند ذلك تبقى عند المنتفع بأجر المثل إلى زوال الضرر فمن استأجر أرضاً للزراعة وانتهى الأجل والزرع لم يحن وقت حصاده، تبقى الأرض عند المستأجر بأجر المثل حتى يحصد الزرع.
Beşinci hüküm:
İntifa hakkı sona erdiğinde, menfaat sahibi malı sahibine iade etmek zorundadır; sahibinden talep edilirse mal iade edilir. Ancak iade menfaat sahibine zarar verecekse, zarar kalkana kadar mal menfaat sahibinde kalır ve karşılığında emsal kira bedeli ödenir. Örneğin, tarım için kiralanan bir arazi süresi dolmuş ama hasat zamanı gelmemişse, arazi menfaat sahibinde kalır ve emsal kira bedeli ödenir.
٢٦٢ - انتهاء حق الانتفاع الشخصي :
ينتهي هذا النوع من الملك - ملك المنفعة الشخصية - بأحد الأمور التالية :
أولاً : بوفاة المنتفع، وهذا عند الأحناف، وعند غيرهم يحل محله ورثته حتى تنتهي مدة الانتفاع.
ثانياً : وفاة مالك العين، إذا كان ملك المنفعة بطريق الإجارة أو الإعارة أما في الوصية فلا يبدأ ملك المنفعة إلا بعد موت الموصي وقبول الموصى له الوصية أو عدم رده لها. وفي الوقف لا أثر لموت الواقف على ملك الموقوف عليه المنفعة.
ثالثاً : انتهاء مدة الانتفاع، سواء كان سبب حق الانتفاع إجارة أو إعارة أو وصية أو وقف، كما لو أوصى شخص لآخر بسكنى داره ثلاث سنوات ثم انتهت المدة، فليس له الاستمرار في سكناها.
رابعاً : إذا هلكت العين المنتفع بها أو تعيبت بعيب يتعذر معه الانتفاع بها، كما لو تهدمت الدار المستأجرة. وفي الوصية إذا هلك الموصى به بلا تعد أو تقصير من الغير انتهى حق الانتفاع. أما إذا كان الهلاك بتعد أو تقصير فإن حق الانتفاع لا ينتهي، بل يكلف المعتدي بقيمتها ثم يشتري بها عينًا أخرى تحل محل العين الهالكة لينتفع بها الموصى له المدة الباقية
262 - Şahsi İntifa Hakkının Sona Ermesi:
Bu tür mülkiyet—şahsi menfaat mülkiyeti—aşağıdaki durumlardan biriyle sona erer:
Birinci: Menfaat sahibinin ölümü. Hanefîlere göre bu durum intifa hakkını sonlandırır; diğer mezheplerde ise mirasçıları intifa hakkını devralır, süre sonuna kadar devam eder.
İkinci: Malın sahibinin ölümü, eğer menfaat kira (icâre) veya ödünç (âriyet) yoluyla verilmişse. Vasiyet yoluyla verilen menfaat ise ancak vasiyet edenin ölümünden sonra ve vasiyet edilenin vasiyeti kabul etmesiyle başlar. Vakıfta ise vakfedenin ölümü menfaat mülkiyetini etkilemez.
Üçüncü: Menfaat süresinin bitmesi. İster kira, ister ödünç, ister vasiyet, ister vakıf olsun süre dolunca intifa hakkı sona erer. Örneğin, biri diğerine evinde üç yıl oturma hakkı vasiyet etmişse, süre sonunda oturma hakkı sona erer.
Dördüncü: Menfaat konusu malın zarar görmesi ya da kullanılamayacak hale gelmesi. Örneğin, kiralanan ev yıkılırsa intifa hakkı sona erer. Vasiyette ise vasiyet edilen kişi kusursuz şekilde ölürse intifa hakkı biter; fakat zarar veya kusur varsa intifa hakkı sona ermez, zararı veren kişi malın bedelini öder ve onun yerine başka bir mal alınarak kalan süre boyunca intifa hakkı devam eder.
المطلب الثالث: حق الانتفاع العيني
وهذا هو النوع الثاني من ملك المنفعة. وهو في أكثر صوره حق مقرر على عقار المنفعة عقار آخر دون نظر إلى مالكه. ومنه حق المرور من أرض معينة للوصول إلى أرض أخرى. وحق المسيل وهو صرف الماء الزائد عن الحاجة أو غير الصالحبإرساله في مجرى سطحي ونحوه حتى يصل إلى مقره من مصرف عام أو مستودع وإن كان المجرى يمر في أرض أخرى، وسيأتي تفصيل هذه الحقوق.
Üçüncü Bölüm: Aynî İntifâ Hakkı
Bu, menfaat mülkiyetinin ikinci türüdür. Çoğu örneğinde, menfaatin ait olduğu taşınmazdan bağımsız olarak başka bir taşınmaz üzerinde sabitlenmiş bir haktır; malikin kim olduğuna bakılmaz. Buna örnek olarak, belirli bir arazi üzerinden başka bir araziye ulaşmak için tanınan geçiş (mürûr) hakkı gösterilebilir. Bir diğer örnek ise mesîl (su yolu) hakkı'dır: İhtiyaç fazlası veya kullanılamaz suyun, yüzeysel bir kanal gibi bir yoldan akıtılarak umumi bir drenaj hattına veya depolama yerine ulaştırılmasıdır. Akış yolu başka bir araziden geçse dahi bu hak korunur. Bu hakların ayrıntılarına ileride değinilecektir.
وتسمية هذه الحقوق بحقوق الارتفاق تسمية حادثة أطلقها صاحب مرشد الحيران المرحوم قدري باشا. وعرف حق الارتفاق بأنه حق مقرر على عقار لمنفعة عقار آخر مملوك لمن لا يملك العقار الأول. وهذا التعريف لا يصدق على حق الجوار ولا على حق التعلي ولا على حق الشفعة كما سيتضح فيما بعد وإن كنا سنذكر هذه الحقوق أيضاً مع الحقوق التي يصدق عليها تعريف حق الارتفاق، لأن الفقهاء يتكلمون عن هذه الحقوق جميعاً باعتبار أنها من أنواع حق الانتفاع العيني
Bu haklara “irtifak hakları” denilmesi, merhum Kadri Paşa’nın “Mürşidü’l‑Hîrân” adlı eserinde kullandığı nispeten yeni bir isimlendirmedir. Kadri Paşa, irtifak hakkını, “bir taşınmaz üzerinde, o taşınmazın malikinden başka birine ait olan başka bir taşınmazın yararına tesis edilen hak” şeklinde tanımlamıştır. Ancak ileride açıklanacağı üzere bu tanım komşuluk hakkı (ḥaḳḳu’l‑civâr), üst hakkı (ḥaḳḳu’t‑ta‘lî) ve şuf‘a hakkı (ḥaḳḳu’ş‑şuf‘a) için geçerli değildir. Yine de bu hakları da irtifak tanımına tam uyan haklarla birlikte ele alacağız; zira fakihler, bunların hepsini aynî intifâ‘ hakkının çeşitleri kabul ederek müzakere etmişlerdir.
٢٦٤ - أولاً : حق الشرب:
حق الشرب حق من حقوق الارتفاق كحق المرور والمسيل التي سنذكرها تباعاً. والشرب بالكسر) لغة النصيب من الماء وفي اصطلاح الفقهاء النصيب المستحق من الماء أو نوبة الانتفاع بالماء لسقي الشجر والزرع. ويلحق به ما يسمى بحق الشرب (بضم الشين أو بحق الشفة، ويعني حق شرب الإنسان والدواب من الماء وللاستغلال المنزلي على وجه العموم باعتبار أنه يشمل سقي ما يكون في أفنية الدور من أشجار وزروع فحق الشرب إذن يشمل النوعين : سقي الزروع والأشجار، وشرب الإنسان والحيوان ولهذا عرفه الإمام الكاساني بأنه - أي حق الشرب - هو حق الشرب والسقي (٢). والمياه بالنسبة لهذا الحق تنقسم إلى ثلاثة أقسام
264 – Birinci Kısım: Şurb (شِرْب) Hakkı
Şurb hakkı, tıpkı ileride ele alacağımız geçiş (mürûr) ve mesîl (su akıtma) hakları gibi bir irtifak hakkıdır. Arapçada şurb kelimesi, şin harfi esreli okunduğunda (شِرْب, şirb) “sudan pay” anlamına gelir ve fıkıhta ekin ile ağaçları sulamak için sudan belirli pay veya nöbet alma hakkını ifade eder; şin harfi dammeli okunduğunda (شُرْب, şurb) yahut “hakku’ş‑şefeh” denildiğinde ise insan ve hayvanların içme suyu ile evsel ihtiyaçlar için su kullanma hakkını anlatır. Dolayısıyla şurb hakkı iki alt başlığa ayrılır:
(1) sulama suyu hakkı, yani tarladaki ekin ve bahçedeki ağaçları sırayla sulamak için su alma yetkisi;
(2) içme suyu hakkı, yani insanlar ve hayvanlar için doğrudan içme ve hane‑içi kullanım hakkı. İmam Kâsânî bu sebeple şurb hakkını “içme ve sulama hakkı” olarak tanımlamıştır. Bu hak bakımından sular, metnin devamında ayrıntıları verileceği üzere, doğal akarsular, yapay kanallar‑arklar ve özel havuz‑kuyular olmak üzere üç ana sınıfa ayrılır.
أ - مياه المجاري العامة التي لا ملك لأحد عليها كالأنهار العظام مثل دجلة والفرات ويلحق بهما الأنهار والترع التي تشقها الدولة وتنشئها للنفع العام كنزعة الإسماعيلية بمصر أو جدول الورار وكذا الغراف في العراق. فهذا النوع من المياه يثبت فيه للجميع حق الشرب بنوعيه؛ فلهم أن يأخذوا منه حاجتهم لشربهم وشرب حيواناتهم واستعمالهم المنزلي كما لهم سقي زروعهم وأشجارهم بواسطة نصب المضخات أو شق الجداول الموصلة به وإجراء الماء فيها. ولا يقيد حق الناس في هذه المياه سوى قيد واحد هو عدم الإضرار بالآخرين فلا يجوز مثلاً نصب ماكنة على جدول تسحب أكثر مائه، فإن فعل أحد هذا كان لغيره منعه، لأن الناس شركاء في الماء شركة إباحة كما جاء في الحديث الشريف والمراد بالماء الذي تجري الشركة فيه الماء غير المحرز كما في هذا النوع
A – Umuma Ait Akarsuların Suları
Kimsenin mülkiyetinde olmayan umumi akarsular—Dicle ve Fırat gibi büyük nehirler ile devletin umumi menfaat için açıp işlettiği kanallar ve arklar (Mısır’daki İsmâiliyye Kanalı, Irak’taki Varâr ve Garraf kanalları vb.)—bu gruba girer. Bu çeşitten sularda herkesin iki tür şurb hakkı da (sulama ve içme) vardır: insanlar kendileri ve hayvanları için içme‑kullanma suyunu serbestçe alabilir, ev ihtiyaçlarını karşılayabilir; aynı şekilde ziraat ve ağaçlarını sulamak üzere pompalar kurabilir veya bu nehirden suyu taşıyan kanallar açabilirler. Tek sınırlama “başkalarına zarar vermeme” kuralıdır: meselâ bir kimse bir kanala pompa yerleştirip suyun ekserisini çekemez; böyle yaparsa diğerleri onu engelleyebilir. Zira Resûlullah’ın “İnsanlar su konusunda ortaktır” hadisinde buyurulduğu üzere, bu sulardaki ortaklık bir “ibâha ortaklığı”dır ve burada kastedilen, sahiplik altına alınmamış (muhrez olmayan) sulardır; işte bu nehir ve kanallardaki sular da böyledir.
ب - ماء المجاري والترع والعيون والآبار التي أنشأها صاحب الأرض في أرضه. وفي هذا النوع يكون مكان الماء، أي : رقبة المجرى أو الترعة أو البئر، مملوكة لصاحب الأرض، أما الماء فهو مباح إباحة خاصة يثبت بها حق الشفعة للجميع دون حق الشرب هو أن في الناس حاجة دائمة إلى ماء يشربون منه هم ودوابهم ويستعملونه في حوائجهم البيتية فلا يصح أن يحال بينهم وبينه، لا سيما وأن هذا النوع لا يعد محرزاً عادة في مجراه، ولهذا إذا منعه صاحب المجرى عمن يريده لشربه وشرب دوابه فللممنوع أن يأخذه ولو بالقوة؛ لأنه محتاج إليه وله حق فيه ومانعه باغ ظالم يمنع ما ليس له منعه (۱). أما سقي زروعهم وأرضهم منه فلا حق لهم فيه ؛ لأن في ذلك ضرراً بليغاً على صاحب الجدول أو البئر قد يترتب عليه أن لا يجد ما يسقي هو به زرعه. ولكن لو باع صاحب المجرى جزءا من أرضه مع حق شربها مع هذا المجرى ثبتت للأرض المبيعة حق شرب على هذا المجرى المملوك للبائع دون أن يكون للمشتري ملك في رقبة المجرى
B – Arazi Sahibinin Kendi Arazisinde Açtığı Kanallar, Arklar, Pınarlar ve Kuyuların Suları
Bu grupta, su yatağı—yani kanalın, arığın veya kuyunun zemini ve çevresi—arazi sahibine ait özel mülktür; ancak içindeki su, “özel bir ibâha” çerçevesinde herkes için serbesttir. Bunun sonucu şudur:
1.İçme ve evsel kullanım (حق الشّفَة)
İnsanlar ile hayvanlarının içmesi ve ev ihtiyacı için bu sudan yararlanma hakları vardır; zira toplumun suya sürekli ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç engellenemez. Söz konusu sular genellikle yatağında “muhrez” (koruma altına alınmış) sayılmaz; bu nedenle, kanal sahibi bir kimseyi kendisi veya hayvanı için su almaktan men ederse, men edilen kişi zorla dahi olsa suyu alabilir. Çünkü onun buna ihtiyacı ve hakkı vardır; engelleyen ise meşru olmayan bir tasarrufla suyu haksızca men etmiş sayılır.
2.Sulama hakkı (حق الشِّرْب بمعنى السقي)
Buna karşılık, başkalarının bu sudan tarla ve bahçelerini sulama hakkı yoktur; zira bu, kanal ya da kuyu sahibine ağır zarar verir, hatta kendi mahsulünü sulamaya su bulamamasına yol açabilir.
3.Satışla kazanılan sulama hakkı
Bununla birlikte, kanal sahibi arazisinin bir kısmını o kanaldan sulama hakkıyla birlikte satarsa, alıcıya—kanalın mülkiyetini değilse de—o parsele ait sulama şurb hakkı kazandırmış olur. Böylece satılan toprak, satıcının özel mülkü olan bu kanaldan su çekme hakkına kalıcı şekilde sahip olur; fakat alıcı, kanal yatağında aslen mülkiyet payı elde etmez.
ج - الماء المحرز في الأواني والأنابيب والصهاريج والحياض ونحوها. هذا النوع من الماء ملك لمن أحرزه شأنه شأن كل مباح يملك بالاستيلاء عليه وإحرازه. ولهذا لا يثبت على هذا النوع من الماء حق شرب ولا حق شفة إلا إذا كان في الإنسان حاجة إلى الماء لدفع غائلة العطش عنه فله أن يأخذ كفايته ولو بالقوة والجبر على أن يضمن لصاحب الماء قيمته وهذا كله إذا كان الماء عند محرزه فائضاً عن حاجته ومنعه عمن يحتاجه. أما إذا لم يكن زائداً عن حاجته فليس لأحد أخذه منه بالقوة والإكراه؛ لأنه لا يجوز للإنسان أن يدفع الهلاك عن نفسه بإهلاك غيره.
C – Kap‑kacak, boru, sarnıç ve havuzlarda muhafaza edilen (muhrez) sular
Kaplar, borular, sarnıçlar ve havuzlar içinde koruma altına alınmış bu sular, onları muhafaza eden kimsenin özel mülküdür; zira sahipsiz (mubah) bir şey ele geçirilip muhafaza edilince mülkiyete konu olur. Bu sebeple bu sular üzerinde, genel anlamdaki sulama veya içme hakkı (şurb/şefe) doğmaz. Ancak bir kimse ölümcül susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, hayatını kurtaracak kadar suyu zorla da olsa alabilir; bunun karşılığında suyun bedelini sahibine ödemekle yükümlüdür. Bunun da şartı, su sahibinin elindeki miktarın kendi ihtiyacını aşması ve ihtiyaç sahibine su vermeyi haksız yere engellemesidir. Şayet su, sahibinin zarurî ihtiyacından artmıyorsa, başkaları onu zorla alamaz; zira bir insan kendi hayatını kurtarmak için bir başkasını helâk edemez.
٢٦٥ - ثانياً : حق المجرى :
وهذا الحق تابع لحق الشرب ومعناه حق إجراء الماء في أرض الغير لإيصاله إلى الأرض المراد سقيها، فهو حق مقرر على عقار المنفعة عقار آخر بإجراء الماء في الأول لسقي العقار الثاني البعيد عن المجرى العام. وقد يكون المجرى ملكاً لصاحب الأرض التي يخترقها وهو يكون ملكاً لصاحب الأرض الذي ينتفع به، وقد يكون مشتركاً بين الاثنين.
265 – İkincisi: Mecra (Su Yatağı) Hakkı
Mecra hakkı, şurb hakkına tâbi bir irtifaktır ve özetle, suyu başkasına ait araziden geçirerek uzak bir tarlaya ulaştırma yetkisidir. Yani umumî kaynaktan uzak bulunan bir araziyi sulamak amacıyla, suyun akacağı yatak (mecra) başka bir taşınmaz üzerinden geçirilir; böylece bir taşınmaz (mecra arazisi) üzerinde, başka bir taşınmazın (sulanan arazi) yararına hak tesis edilir. Uygulamada üç ihtimal vardır:
Mecra zemini de sudan yararlanan arazi sahibine ait olabilir.
Mecra zemini, suyun geçtiği arazi sahibine ait olup mecradan yararlanan kişi yalnızca irtifak hakkına sahip olabilir.
Mecra zemini her iki tarafın müşterek mülkü olabilir.
Her durumda mecra hakkı, suyu hedef araziye ulaştırmak için zorunlu olan su yolu üzerinde kalıcı bir kullanım yetkisi sağlar.
ومن أحكام هذا الحق أنه لا يجوز لمن يمر هذا المجرى في أرضه أن يمنع صاحب حق المجرى من إمرار الماء فيه وإصلاحه وتعميه وتعهده بين الحين والحين كما أن على صاحب المجرى أن يمنع أي ضرر عن الأرض التي يمر فيها، لهذا عليه أن يقوي جوانب المجرى حتى لا ينز ماؤه أو يطفح، كما عليه تعميق أرض المجرى أو تقليل جريان الماء إذا كان هذا ضرورياً لدفع الضرر عن الأرض التي يمر فيها المجرى.
Bu hakkın hükmü şudur: Su yolu (mecra), bir kimsenin arazisinden geçiyorsa, arazi sahibi mecra hakkı sahibinin suyu geçirmesini, mecrayı tamir etmesini, derinleştirmesini ve zaman zaman bakımını engelleyemez. Öte yandan, mecra hakkı sahibi de su yolunun geçtiği arazide herhangi bir zararın oluşmasını önlemekle yükümlüdür. Bu nedenle, mecranın kenarlarını sağlamlaştırmak, suyun sızmasını veya taşmasını önlemek zorundadır. Ayrıca, zaruret halinde mecranın tabanını derinleştirmek veya suyun akışını azaltmak suretiyle, geçtiği araziye zarar gelmesini engellemelidir.
٢٦٦ - ثالثاً : حق المسيل :
معناه حق صرف الماء الزائد عن الحاجة أو غير الصالح بإرساله في مجرى على سطح الأرض أو في أنابيب حتى يصل إلى مستودعه ومستقره. وقد يكون مصدر هذا الماء أرضاً زراعية أو داراً أو مقهى أو مصنعاً أو أي عقار آخر. كما أن هذا المجرى الذي تصرف فيه هذه المياه قد يكون ملكاً للمنتفع به وقد يكون مملوكاً للذي يمر المسيل في أرضه.
266 – Üçüncü: Mesîl Hakkı (Su Tahliye Hakkı)
Mesîl hakkı, ihtiyaç fazlası veya kullanılamayacak durumda olan suyun, yüzeydeki bir su yoluna ya da borular vasıtasıyla akıtılarak, nihai olarak suyun toplandığı depo veya tahliye yerine ulaştırılması hakkıdır. Bu fazla su, kaynak olarak tarım arazisi, ev, kahvehane, fabrika veya başka herhangi bir taşınmazdan çıkabilir. Ayrıca, bu suyun aktığı su yolu (mesîl), yararlanılan taşınmazın mülkiyetinde olabileceği gibi, suyun geçtiği taşınmazın sahibine de ait olabilir.
ويبقى هذا الحق ثابتاً للعقار المنتفع به أي : العقار المخدوم وإن غيره صاحبه كأن كان العقار داراً فجعلها بستاناً أو مصنعاً أو كان أرضاً زراعية فجعلها دوراً. وليس لمن يمر المسيل في أرضه أن يمانع في ذلك أو يعارضه اللهم إلا إذا كان فيه ضرر بليغ لا يمكن تلافيه فله منعه. وأخيراً فإن نفقات إصلاح المجرى، الذي تمر فيه هذه المياه على المنتفع به دون غيره كما هو الحكم في حق المجرى؛ لأن الغرم بالغنم.
Bu hak, sulanan taşınmaz (yani faydalanan taşınmaz) üzerinde daimi olarak sabittir; taşınmazın sahibi değişse bile bu hak devam eder. Örneğin, taşınmaz ev iken bahçeye veya fabrikaya çevrilmişse ya da tarla iken üzerine ev yapılmışsa, mesîl hakkı aynen korunur. Öte yandan, suyun geçtiği taşınmaz sahibi, bu su tahliyesine engel olamaz ve karşı çıkamaz; ancak engelleyebileceği tek durum, geri dönüşü mümkün olmayan ve ciddi zarar oluşturacak hallerde olur ki, böyle durumlarda engelleme hakkı vardır. Son olarak, bu sulama yolunun tamiri masrafları sadece faydalanan taşınmaz sahibine aittir; su yolu hakkında olduğu gibi çünkü zarar ve menfaat dengesi bu şekilde kurulur.
فحق المسيل يختلف عن حق المجرى، فالأول يعني حق تصريف الماء الزائد أو غير الصالح أما الثاني فيعني جلب الماء الصالح وإمراره بأرض الغير لسقي أرض صاحب الحق.
Mesîl hakkı ile mecra hakkı farklıdır: Mesîl hakkı, ihtiyaç fazlası veya kullanılamayacak durumda olan suyun tahliyesi hakkını ifade ederken; mecra hakkı, sulama amacıyla kullanılabilir suyun başkasına ait arazi üzerinden geçirilerek hak sahibinin arazisine ulaştırılması hakkıdır.
٢٦٧ - رابعاً : حق المرور :
ويقصد به حق الإنسان في أن يصل إلى ملكه بالمرور في طريق عام أو طريق خاص.
أما المرور في الطريق العام فثابت لجميع الناس دون قيد سوى قيد عدم الإضرار بالغير. ويثبت لهم هذا الحق سواء أكانت عقاراتهم واقعة على هذا الطريق أم لا. ولمن كان عقاره واقعاً على الطريق العام حق آخر زيادة على حق المرور وهو حق الارتفاق به أي: الانتفاع به بفتح الأبواب والنوافذ عليه. ولا يجوز لأحد أن ينتفع بالطريق على نحو فيه ضرر على الناس وتعويق لسيرهم وتضيق لسعة الطريق كإنشاء بناء أو إقامة حاجز أو دكة أو شرفة واطئة ونحو ذلك. أما إذا لم يكن في الأحداث ضرر ولا أذى ولا تعويق للمرور فيه، فإنه يجوز ولكن بشرط إذن ولي الأمر على رأي الإمام أبي حنيفة خلافاً لمن لم يشترط إذن ولي الأمر
267 – Dördüncü: Geçiş (Murûr) Hakkı
Geçiş hakkı, bir kişinin kendi mülküne ulaşmak için kamuya açık ya da özel bir yoldan geçme hakkını ifade eder.
Kamu yolundan geçiş:
Herkes için sınırsız bir haktır; tek sınırlama başkalarına zarar vermemektir. Bu hak, taşınmazları bu yola cepheli olsun ya da olmasın herkes için geçerlidir.
Taşınmazı kamu yoluna cepheli olanlar için ek haklar:
Bu kişiler, geçiş hakkına ek olarak, yol üzerinde kapı ve pencere açma gibi yolun kullanımıyla ilgili bir irtifak hakkına da sahiptir.
Yolun kullanımı ile ilgili sınırlamalar:
Hiç kimse yolu kullanırken başkalarına zarar vermemeli, yolun genişliğini daraltmamalı, geçişi engellememelidir. Örneğin, yol üzerinde yapı yapmak, bariyer, iskemle, balkon gibi engeller kurmak yasaktır.
Zararsız kullanım ve izin:
Eğer yapılan değişiklikler ya da kullanım geçişe zarar, engel veya sıkıntı vermiyorsa, bu tür kullanımlar ancak velî‑i emrin izniyle mümkündür. Bu görüş, İmam Ebu Hanife’ye aittir. Diğer görüşler ise velî‑i emrin iznini şart koşmaz.
أما المرور في الطريق الخاص، فهذا الحق إما أن يثبت لشخص واحد أو أكثر، وقد يكون الطريق الخاص مملوكاً لصاحب حق المرور فيه، ولكن يقع في ملك غيره، وقد يكون ملكاً لصاحب الأرض التي يخترقها. ويثبت لأصحاب الطريق الخاص الحق في فتح الأبواب والنوافذ عليه على الوجه الذي جرت به العادة وتعارفه الناس، ولا يجوز على غير هذا الوجه إلا بإذن الآخرين من أصحاب الحق فيه ؛ لأنه كالمال المشترك بينهم. وهذا الطريق وإن كان خاصاً بأصحابه إلا أنه ليس لهم سده أو إنشاء باب على منفذه وغلق هذه الباب. كما ليس لهم إزالة هذا الطريق؛ لأن حق العامة تعلق به منذ إنشائه وهو حق التجائهم إليه ودخولهم فيه عند الازدحام في الطريق العام. إلا أنه إذا كان عند إنشائه معزولاً عن الطريق العام بإقامة باب على منفذه فإنه في هذه الحالة لا تعلق لحق العامة به وبالتالي يجوز لأصحابه التصرف فيه بإزالته إذا شاؤوا
Özel yoldan geçiş hakkı ise ya tek bir kişiye ya da birden fazla kişiye ait olabilir. Özel yol, geçiş hakkı sahibine ait olabilir ancak yolun geçtiği arazi başkasının mülkü olabilir ya da yol, arazinin sahibi tarafından malik olunabilir. Özel yol sahiplerinin, yol üzerinde halk arasında kabul gören ve alışılmış şekilde kapı ve pencere açma hakları vardır; bu sınırların dışına çıkmak, diğer hak sahiplerinin izni olmadan mümkün değildir çünkü yol onlar arasında ortak maldır.
Özel yol kendi sahiplerine ait olsa bile, kimsenin yolun girişini kapatma, kapı kurup kapama veya yolu kaldırma hakkı yoktur; zira bu yol kurulduğu andan itibaren kamuya açık bir hakla bağlanmıştır ve kamu, bu yola başvurmak ve özellikle kamu yolunda tıkanıklık olduğunda bu yola girmek hakkına sahiptir. Ancak yol, kamu yolundan tamamen izole edilmiş ve çıkışına kapı konmuşsa, o zaman kamuya ait geçiş hakkı oluşmaz ve yol sahipleri istedikleri gibi bu yolu kaldırabilirler.
٢٦٨ - حق التعلي :
وهو أن يكون لشخص الحق في أن يعلو بناؤه بناء غيره بأن يقيمه عليه فعلاً كما في دار مكونة من طبقة سفلى وأخرى عليا، وكل طبقة مملوكة لشخص، أي: يكون السفل لمالك والعلو لمالك آخر ، فبهذا يكون لصاحب العلو حق القرار على ذلك السفل والانتفاع بسقفه من غير أن يكون مالكاً له، لأنه مملوك لصاحب السفل. وهذا الحق يبقى قائماً وإن انهدم البناء الأسفل أو الأعلى، ولصاحب العلو ولوارثه من بعده الحق في بنائه وإحداثه من جديد حين يريد.
268 – Ta‘alî Hakkı (Yüksekte İnşa Hakkı)
Ta‘alî hakkı, bir kişinin, başka birine ait binanın üzerinde kendi yapısını inşa etme hakkıdır. Örneğin, alt katı bir kişinin, üst katı başka bir kişinin sahip olduğu iki katlı bir bina gibi. Bu durumda, üst kat sahibi, alt kat sahibinin mülkü olan çatıyı kullanma ve üzerinde yapı kurma hakkına sahiptir, ancak alt katın sahibi değildir.
Bu hak, alt veya üst kattaki yapının yıkılması durumunda da devam eder. Üst kat sahibi veya onun mirasçıları, istedikleri zaman yeniden inşa etme ve yapı kurma hakkına sahiptirler.
وحق التعلي لا يباع استقلالاً عند الحنفية؛ لأنه ليس بمال، وإنما يباع ضمن على بناؤه قائم فعلاً. ويجوز بيعه مستقلاً عند غير الحنفية كالمالكية والحنابلة، بل وحتى إذا لم يكن هناك بناء لا أعلى ولا أسفل.
ولما كان حق كل من صاحب العلو والسفل متعلقاً بملك الآخر فليس لواحد منهما أن يتصرف في ملكه تصرفاً مضراً بصاحبه فليس لمالك السفل مثلاً أن يهدمه أو يفتح فيه فتحات تسبب له الوهن والضعف وتعرضه للانهدام، كما ليس لمالك العلو أن يبني عليه طبقة أو أكثر بحيث يضر بناؤها بالسفل.
Ta'alli hakkı, Ebu Hanife mezhebine göre bağımsız olarak satılamaz; çünkü bu bir mal değildir.(Hanefilere göre menfaatler mal değildi.) Ancak mevcut bir yapının üzerinde bulunan ta‘allî hakkı, o yapı ile birlikte satılabilir. Diğer Hanefi dışı mezheplerde (Mâlikîler ve Hanbelîler gibi) ise, ta‘allî hakkı bağımsız olarak, hatta alt ve üst kat yapısı olmasa bile satılabilir.
Üst ve alt kat sahiplerinin her birinin hakkı, diğerinin mülkiyetiyle bağlantılıdır; bu nedenle hiçbiri, diğerine zarar verecek şekilde mülkünde tasarrufta bulunamaz. Örneğin, alt kat sahibi yapıyı yıkamaz veya yapıyı zayıflatacak, dayanıklılığını azaltacak şekilde açıklıklar açamaz. Aynı şekilde üst kat sahibi de alt kat yapısına zarar verecek şekilde birden fazla kat inşa edemez.
وإذا هدم مالك السفل بناءه أجبر على إعادته. أما إذا انهدم لوهنه وضعفه فإن مالكه لا يجبر على إعادته، ولكن لمالك العلو أن يتفق معه بصورة ودية على إعادة البناء أو يراجع المحكمة لأخذ الإذن منها على إعادة البناء على حساب صاحبه ليرجع بما أنفق عليه. وإذا انهدم العلو أو هدمه مالكه فإنه لا يجبر على إعادته ؛ إذ لا ضرر على صاحب السفل من ذلك.
Alt kat sahibi yapısını yıkarsa, yapıyı yeniden inşa etmeye zorlanır. Ancak yapı kendi zayıflığı veya dayanıklılığının eksikliği nedeniyle yıkılırsa, sahibi yeniden inşa etmeye zorlanmaz. Bu durumda, üst kat sahibi yapıyı dostane bir şekilde yeniden inşa etmek üzere anlaşabilir veya mahkemeye başvurarak yeniden inşaat için izin alabilir; bu izinle üst kat sahibi kendi masraflarına yeniden inşa yapabilir ve sonrasında masraflarını alt kat sahibinden talep edebilir.
Öte yandan, üst kat yıkılırsa ya da üst kat sahibi tarafından yıkılırsa, alt kat sahibi yeniden inşaya zorlanmaz çünkü bunun alt kat sahibi üzerinde bir zararı yoktur.
٢٦٩ - حق الجوار :
نريد بالجوار هنا الجوار الجانبي، وهو ينشأ من الملاصقة بالجدران ويترتب عليه الحق لكل جار على جاره أن لا يفعل في ملكه ما يضر بملك جاره ضرراً بيناً فاحشاً لقوله عليه الصلاة والسلام : لا ضرر ولا ضرار). والحقيقة أن للجار حقوقاً مؤكدة على جاره جاءت بها نصوص الشريعة الكثيرة منها أن النبي ﷺ قال : «ما زال جبريل يوصيني بالجار حتى ظننت أنه سيورثه. وعلى هذا فلا يجوز للجار أن يفعل في ملكه ما فيه ضرر فاحش على ملك جاره، كأن يقيم في داره مصنعاً أو طاحونة توهن البناء، أو يفتح شبابيك على ساحة جاره تنكشف بها عورات الجار أو يقيم جداراً عالياً يمنع الضوء عن جاره، أو يحفر بئراً بجوار جدار جاره. فإذا فعل شيئاً مما ذكرنا منع منه وأجبر على تركه وإذا ترتب على فعله ضرر ضمنه وهذا على رأي مالك ومتأخري الحنفية بخلاف متقدميهم إذ ما كانوا يقيدون الجار في التصرف بملكه بقيود إلزامية قضائية وإنما تركوا له الحرية في التصرف بملكه كما هو مقتضى الملكية التامة اعتماداً منهم على يقظة ضميره ووازعه الديني والتزاماً بوصايا الشريعة بالجار. إلا أنه لما ضعف هذا الوازع وقلت المبالاة بحقوق الجار أفتى متأخر و الحنفية بلزوم تقييد تصرف الجار بملكه بما لا يسبب ضرراً فاحشاً بالجار بحيث إذا أخل بهذا الالتزام أجبر عليه قضاء
269 – Civâr Hakkı (Yan Yana Komşuluk Hakkı)
Burada kastedilen, yan yana olan komşuluk hakkıdır. Bu hak, bitişik duvarlardan kaynaklanır ve her komşuya, diğerinin mülküne ağır ve bariz zarar verecek şekilde hareket etmeme hakkı sağlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Zarara uğramak da zarar verme de yoktur.”
Gerçekte, komşunun komşusu üzerinde birçok kesin hakkı vardır. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle demiştir:
“Cebrail bana komşuya iyi davranmamı o kadar tavsiye etti ki, onun mirasçı olacağını sandım.”
Buna göre, komşu, mülkünde komşusuna ağır zarar veren bir şey yapamaz. Örneğin:
1.Mülkünde, binayı zayıflatacak bir fabrika veya değirmen kuramaz.
2.Komşunun mahremiyetini ihlal eden pencereler açamaz.
3.Komşusuna ışık gelmesini engelleyecek yüksek duvarlar yapamaz.
4.Komşusunun duvarının yanında kuyu kazamaz.
Böyle zararlı davranışlarda bulunan komşu engellenir ve davranışını bırakmaya zorlanır; ayrıca zararın tazmininden sorumludur.
Bu, Mâlikîler ve Hanefi mezhebinin sonraki alimlerinin görüşüdür. Ancak Hanefi mezhebinin erken dönem alimleri, komşunun mülkündeki tasarruflarını zorlayıcı mahkeme sınırlamalarıyla kısıtlamaz, tam mülkiyet gereği özgür bırakırdı. Onlar, kişinin dini vicdanı ve şeriatın komşu hakları öğütlerine uyacağına güvenirdi.
Ancak bu vicdani sorumluluk azaldığı ve komşu haklarına duyarsızlık arttığı için, Hanefi mezhebinin sonraki alimleri, komşunun mülkündeki tasarruflarının ağır zarara neden olmaması şartını koymuş ve bu sınırlamaya uymayanların mahkeme tarafından zorlanması gerektiğini fetva etmişlerdir.
۲۷۰ - أسباب ثبوت ملكية حقوق الارتفاق :
ذكرنا فيما تقدم أنواع حقوق الارتفاق وبينا المقصود بكل حق، ونذكر الآن أسباب هذه الحقوق وملكية الشخص لها، وهذه الأسباب هي :
أ - الشركة العامة :
ونعني بهذا السبب اشتراك الجميع بمنافع العقارات المخصصة للنفع العام كالطريق العامة والأنهار الكبيرة ومصارف المياه العامة. فهذه العقارات ونحوها يترتب عليها حقوق ارتفاق لجميع العقارات المتصلة بها. فالدار الواقعة على نهر عام لها حق ارتفاق عليه هو حق الشرب وإجراء الماء لسقي زرعها وشجرها. والأرض المتصلة بمصرف عام للمياه لها عليه حق ارتفاق هو حق المسيل وهكذا. فسبب هذه الحقوق هو الشركة العامة بين الناس في منافع هذه العقارات المخصصة للنفع العام.
270 – İrtifak Haklarının Kazanılma Sebepleri
Yukarıda irtifak haklarının çeşitlerini ve her birinin mahiyetini açıkladık. Şimdi bu hakların nasıl kazanıldığını ele alıyoruz. Kazanma sebeplerinin ilki:
A. Umumî Ortaklık (Şirket‑i Âmme)
Kamu yararına tahsis edilmiş taşınmazların (örneğin kamu yolları, büyük nehirler, umumi su drenaj kanalları) menfaatinin herkesçe ortak kullanılmasıdır. Bu tür taşınmazlar, onlara bitişik tüm taşınmazlara irtifak hakları doğurur:
Kamu nehrine cepheli bir ev, o nehir üzerinde şurb hakkına (sudan içme ve sulama suyu alma) sahiptir.
Umumi su tahliye kanalına sınır olan bir tarla, o kanalda mesîl hakkına (fazla suyu akıtma) sahiptir.
Dolayısıyla bu irtifakların kaynağı, herkesin kamu hizmetine tahsis edilmiş bu taşınmazların menfaatine “ortak” olmasıdır.
ب - اشتراطها في عقد معاوضة :
والسبب الثاني لنشوء حقوق الارتفاق هو اشتراطها في عقد معاوضة كما لو باع شخص قطعة أرض له لآخر واشترط عليه أن يكون عليها حق مرور أو حق مجرى أو حق مسيل لقطعة أرض أخرى مملوكة له. فإذا تم العقد بهذا الشرط ثبت حق الارتفاق المشروط للأرض المشروط لها هذا الحق على الأرض المبيعة.
B. Karşılıklı Akitle Şart Koşulması
İrtifak haklarının ikinci kazanılma sebebi, bunların bir ivazlı akitte (satış, trampa vb.) şart olarak ileri sürülmesidir. Örneğin, bir kimse kendi parselini başkasına satarken, satım şartı olarak “bu arazi, bana ait öbür parsele geçiş / mecra / mesîl hakkı tanıyacaktır” derse; sözleşme bu şartla kurulduğunda, söz konusu irtifak hakkı—hangi hak kararlaştırılmışsa—satılan arazi üzerinde doğar ve satıcının diğer taşınmazı lehine kalıcı olarak geçerli olur.
ج - التقادم : فإذا كان لعقار حق ارتفاق على عقار آخر منذ زمن قديم دون معارضة من أحد ودون أن يعرف سبب نشوء هذا الحق فإن الظاهر يشهد بأن الحق نشأ عن سبب صحيح وإن كان مجهولاً لنا وبالتالي نحكم ببقائه رعاية لقدمه. لأن القدم وإن كان بمجرده لا ينشئ حقاً إلا أنه أمارة على ثبوت الحق ونشوئه عن سبب صحيح معتبر. ولهذا إذا عرف سبب نشوء الحق فإن بقاءه مرهون بصحة السبب فإن كان صحيحاً بقي الحق وإن كان باطلاً سقط الحق
C. Zaman Aşımı (Murur-u Zaman)
Bir taşınmaz, uzun zamandan beri kimsenin itiraz etmediği bir irtifak hakkını başka bir taşınmaz üzerinde fiilen kullanıyorsa ve bu hakkın ilk doğum sebebi de bilinmiyorsa, “kıdem” karinesi devreye girer: Eski ve kesintisiz kullanım, hakkın geçerli bir sebebe dayanarak doğmuş olduğunu gösteren kuvvetli bir emaredir. Bu sebeple, sırf kaynağı bilinmiyor diye hak ortadan kaldırılamaz; eskiliği gözetilerek korunur.
Ne var ki, zaman aşımı hakkı sebebin asıl geçerliliğine bağlıdır:
Eğer sonradan hakkın meşru bir sebep (satışta şart koşma, miras vb.) ile doğduğu tespit edilirse, hak aynen devam eder.
Tersine, hakkın bâtıl bir sebebe dayandığı kesinleşirse, irtifak hakkı düşer.
Özetle: Kıdem tek başına hak yaratmaz; ancak “hakkın meşru bir sebeple doğduğuna” dair güçlü bir işarettir ve sebep bâtıl olduğu ispat edilene kadar hakka hukukî himaye sağlar.
۲۷۱ - الفرق بين حق الارتفاق وحق الانتفاع الشخصي :
وبعد أن ذكرنا أنواع حقوق الارتفاق وأسباب نشوئها يمكننا بسهولة أن نتعرف على أوجه الفرق بين حق الارتفاق وحق الانتفاع الشخصي. وأهم هذه الفروق ما يأتي :
271 - İrtifak hakkı ile kişisel intifa hakkı arasındaki fark:
İrtifak haklarının türlerini ve doğuş sebeplerini açıkladıktan sonra, irtifak hakkı ile şahsi intifa hakkı arasındaki farkları kolayca belirleyebiliriz. En önemli farklar şunlardır:
أولاً : حق الارتفاق يقرر العقار، أي: يثبت لمصلحة عقار يسمى (المرتفق) أو العقار المخدوم. أما حق الانتفاع الشخصي فإنه مقرر لشخص، أي: يثبت لمصلحة شخص وينتفع به على هذا الأساس. وعليه فالأرض التي لها حق مرور على أخرى ينتفع بهذا الحق كل من يريد الوصول إليها على أنه حق ارتفاق لها ولا ينحصر الانتفاع به على شخص معين، وكذلك حق المسيل وحق الشرب ينتفع بهما على أنهما من حقوق الأرض. أما حق الانتفاع الشخصي، كحق انتفاع الموصى له بمنفعة أرض، فإنه دائماً حق مقرر لشخص معين باسمه أو بوصفه. كما أنه من الواضح البين أن حق الارتفاق تزيد به قيمة الأرض المرتفقة إذ به تزداد منفعتها فتزداد قيمتها.
Birinci Fark:
İrtifak hakkı taşınmaza tanınır; yani “müstenef” (yararlanan) veya “hizmetten faydalanan” denilen taşınmaz lehine sabitlenmiş bir haktır. Örneğin bir arazinin başka bir arazi üzerinde geçiş hakkı varsa, bu haktan o araziye ulaşmak isteyen herkes yararlanır; hak belli bir kişiye değil, o araziye aittir. Aynı şekilde mesîl ve şurb hakları da arazinin hakkıdır.
Şahsi intifâ hakkı ise doğrudan kişiye tanınır; yani belli bir şahsın menfaati için kurulmuştur. Meselâ, bir kimseye vasiyetle belirli bir arazinin semerelerinden faydalanma hakkı verildiğinde, bu hak sadece adı geçen (ya da vasıfta belirtilen) kişiye aittir.
Sonuç olarak, irtifak hakkı taşınmazın değerini artırır; çünkü arazinin yararı artınca piyasa değeri de artar.
ثانياً: حق الارتفاق يقرر دائماً على عقار يسمى العقار الخادم أو المرتفق به وتقل به قيمة العقار. ولهذا فإن الأرض المحملة بحقوق ارتفاقية تكون قيمتها أقل من مثيلتها الخالية من هذه الحقوق.
أما حق الانتفاع الشخصي فإنه قد يتعلق بعقار كما في وقف العقار، والوصية بمنفعته، وقد يتعلق بمنقول كما في إعارة كتاب أو إجارة سيارة.
İkinci Fark:
İrtifak hakkı daima bir taşınmaz üzerine yüklenir; bu taşınmaza “hizmetçi (yükümlü) taşınmaz” denir ve üzerine yüklenen hak, onun değerini düşürür. Dolayısıyla irtifakla yükümlü bir arsanın piyasa değeri, aynı haklardan arındırılmış benzer bir arsaya göre daha düşüktür.
Kişisel intifa hakkı ise hem taşınmaza (örneğin bir gayrimenkulün vakfedilmesi veya menfaatinin vasiyet edilmesi) hem de taşınır mala (bir kitabın ödünç verilmesi ya da bir otomobilin kiralanması gibi) konu olabilir.
ثالثاً : حق الارتفاق دائم غير مؤقت فلا يزول بتغير مالك العقار أو المرتفق به، لأنه يتعلق بالعقار أني ذهب فينتفع به كل من يملك العقار المخدوم ويرثه ورثته من بعده وينتفعون به، كما أن العقار المرتفق به يبقى محملاً بهذا الحق وإن تغير مالكه فينتقل إلى الورثة بهذه الصفة فلا يستطيعون إزالته أو تغييره أو المعارضة في الانتفاع به. أما حق الانتفاع الشخصي فهو دائماً مؤقت إلى أجل محدود ينتهي بانتهاء هذا الأجل كما في الإجارة والإعارة والوصية بالمنافع مدة حياة الموصى له بها.
Üçüncü Fark:
İrtifak hakkı süresizdir; taşınmazın veya yükümlü arazinin sahibi değişse de ortadan kalkmaz. Haktan, hizmet gören araziyi kim satın alırsa alsın yararlanır; hak mirasçılara da intikal eder. Aynı şekilde, hizmet veren arazi yeni malike geçse bile, üzerinde yüklü olan irtifak aynen devam eder; mirasçılar bu hakkı ortadan kaldıramaz, değiştiremez, kullanıma engel olamaz.
Kişisel intifâ hakkı ise daima belirli bir süreyle sınırlıdır; kira, ödünç veya ömür boyu menfaat vasiyeti gibi hallerde, süresi dolunca sona erer.
المبحث الثاني
الملك التام
۲۷۲ -
تمهید :
قلنا : إن الملك نوعان : ملك تام : وهو ملك رقبة الشيء ومنفعته معاً. وملك ناقص وهو ملك العين فقط أو ملك المنفعة فقط. وقد تكلمنا عن الملك الناقص وأنواعه وخصائص كل نوع والأسباب المنشئة له. ونذكر الآن خصائص الملك التام والقيود التي ترد عليه ثم نعدد أسبابه المنشئة له، أما تفصيلها فسنفرد لها فصلاً خاصاً.
İkinci Bölüm
Tam Mülkiyet
272 – Giriş:
Daha önce mülkiyetin iki kısım olduğunu söylemiştik:
Tam mülkiyet (mülk-ü tâm): Bir şeyin hem aslı (rakabe) hem de menfaati üzerinde tasarruf hakkı kazandıran mülkiyet.
Eksik mülkiyet (mülk-ü nâkıs): Ya sadece ayn (aslın kendisi) ya da sadece menfaat üzerinde hak tanıyan mülkiyet.
Eksik mülkiyeti, türlerini, her türün özelliklerini ve doğuş sebeplerini daha önce ele almıştık. Şimdi ise tam mülkiyetin özelliklerini ve ona getirilen sınırlamaları açıklayacağız; ardından da tam mülkiyeti doğuran sebepleri sıralayacağız. Bu sebeplerin ayrıntılarını ise müstakil bir bölümde inceleyeceğiz.
۲۷۳ - خصائص الملك التام :
يمكن إجمال الملك التام بما يأتي :
أولاً : حق الملك غير موقوت بزمن معين ينتهي بانتهائه؛ لأن حق الملكية لا يقبل التقيد بالزمان والمكان، فهو حق دائم ويبقى قائماً ما دام الشيء المملوك قائماً، ولا ينتهي إلا بانعدامه أو بإخراجه من ملكية صاحبه بسبب ناقل للملكية أو بوفاة مالكه حيث ينتقل إلى الورثة.
ثانياً: للمالك حق الاستعمال والاستغلال والتصرف فيما يملكه، فله أن ينتفع به شخصياً وهذا هو حق الاستعمال، وله أن ينتفع به بطريق غير مباشر كأن يؤجره وهذا هو حق الاستغلال، وله أن يتصرف به بأي نوع من أنواع التصرفات كأن يعدمه أو يرهنه أو يبيعه أو يقفه أو يوصي به وهذا هو حق التصرف. فحق التصرف أعم من حق الاستعمال وحق الاستغلال؛ إذ يشملهما ويشمل غيرهما من التصرفات القولية والفعلية.
ثالثاً: ليس على المالك ضمان الشيء المملوك له إذا أتلفه هو ؛ لأن الضمان يستحقه المالك، والإنسان لا يكون مديناً لنفسه فلا يجب عليه الضمان؛ لأن إيجابه في هذه الحالة عبث والأحكام لا تشرع للعبث. ولكن قد يترتب على إتلافه بعض الأحكام كالتعزير إذا كان ما أتلفه ذا روح، والحجر عليه إذا كان إتلافه أمارة على سفهه.
273 – Tam mülkiyetin özellikleri
Birincisi – Süreklilik:
Tam mülkiyet belirli bir süreyle sınırlı değildir; zaman veya mekân kaydı kabul etmez. Mülkiyet hakkı, konu olan mal var olduğu sürece daimîdir ve ancak malın yok olmasıyla, mülkiyeti başka birine devreden bir işlemle veya sahibinin ölümüyle (bu durumda mirasçılara intikal eder) sona erer.
İkincisi – Kullanma, işletme ve tasarruf yetkisi:
Malik, mülkü üzerinde üç temel hakka sahiptir:
1. Kullanma (istimâl) – Malı bizzat yararlanarak kullanma.
2. İşletme (istiglâl) – Dolaylı fayda elde etme; örneğin kiraya verme.
3. Tasarruf (tasarruf) – Mal üzerinde her türlü hukuki veya fiilî işlem yapma: yok etme, rehin verme, satma, vakfetme, vasiyet etme vb. Tasarruf hakkı, kullanma ve işletme haklarını da içine alan daha geniş bir yetkidir.
Üçüncüsü – Kendine karşı tazmin sorumluluğunun yokluğu:
Malik, kendi malını bizzat telef ederse onu tazminle yükümlü değildir; zira tazmin hakkı malike aittir ve kişi kendisine borçlu olamaz. Bu durumda tazmin yükümlülüğü anlamsız olur; şer‘î hükümler abes üzerine kurulmaz. Bununla birlikte, canlı bir varlığı öldürmek gibi hâller, mala zarar vermeye eşlik eden özel hükümler doğurabilir: canlıyı telef edene ta‘zîr cezası uygulanabilir veya israf ve savurganlık alameti görülürse hakkında hacir (tasarruf sınırlaması) kararı verilebilir.
٢٧٤ - طبيعة حق الملكية :
لا شك أن الشريعة الإسلامية تعترف بحق الملكية الفردية وتحترمه وترعاه وتقرر لحفظه وحمايته وسائل كثيرة. فهي من جهة ترتب التزاماً عاماً على الكافة باحترام ملك الغير وتعد التجاوز عليه من الكبائر الجالبة لسخط الله وعذابه في الآخرة وهي من جهة أخرى تقرر العقوبات الدنيوية الزاجرة لمن تردعه وسائل الإرشاد والتوجيه والتهديد، مثل عقوبة السارق والمختلس والغاصب. هذا من جهة اعترافها بحق الملكية وحمايته. ومن جهة الآثار المترتبة على هذا الحق تقرر إن لصاحبه أن يتمتع بثمراته فله وحده دون غيره التصرف فيه واستغلاله كما يشاء. إلا أن انفراد صاحبه بالتصرف فيه دون غيره لا يعني أنه حق مطلق للفرد لا يرد عليه قيد ولا تتدخل الشريعة في تنظيمه. فالحقيقة أن الشريعة نظمت هذا الحق وقيدته بقيود كثيرة لم يعد معها حقاً مطلقاً، بل أصبح أشبه ما يكون (بوظيفة) معينة يقوم بها الملاك بحماية الشريعة ورعايتها وحسب توجيهها وأوامرها والقيود التي تضعها تحقيقاً للخير والنفع للمالك نفسه وللجماعة نفسها. فالمالك في نظر الشريعة (كالوكيل) لا يتصرف في ملكه إلا في الحدود التي رسمتها له الشريعة. فحق الملكية إذن حق مقيد بالقيود الشرعية ومالكه أشبه ما يكون بالوكيل فيه، ويراد بهذا الحق أداء وظيفة معينة، أي غرض معين يتلخص في جلب الخير والنفع لمالكه وللجماعة التي يعيش فيها عن طرق مراعاة حدود الشريعة وقيودها التي وضعتها بالنسبة لهذا الحق والدليل على ما قلناه في وصف طبيعة حق الملكية الفردية ما يأتي :
274 – Mülkiyet hakkının mahiyeti
İslâm şeriatının ferdî mülkiyet hakkını tanıdığı, saygı gösterdiği ve onu korumak için pek çok tedbir öngördüğü tartışmasızdır.
Koruma boyutu:
Şeriat, herkes için başkalarının malına saygı gösterme yükümlülüğü getirir; bu sınıra tecavüzü Allah’ın gazabını ve âhiret azabını gerektiren büyük günahlardan sayar. Eğitim, öğüt ve tehditle yetinmeyenlere karşı dünyevî ceza hükümleri koymuştur: hırsızlık, gasp ve ihtilâs (örtülü alma) fiilleri için kesintisiz caydırıcı yaptırımlar öngörülmüştür.
Tasarruf boyutu:
Sahip, malının meyvelerinden yararlanma ve onu dilediği gibi kullanma, işletme ve tasarruf etme hakkına tek başına sahiptir.
Ne var ki malikinin tek başına tasarruf yetkisi, bu hakkın sınırsız ve mutlak olduğu anlamına gelmez. Gerçekte şeriat bu hakkı genişçe düzenlemiş, pek çok kayıt ve sınır getirmiştir. Böylece ferdî mülkiyet “mutlak bir hak” olmaktan çıkmış, şeriatın gözetiminde yerine getirilen bir fonksiyon mahiyeti kazanmıştır. Malik, şeriata göre adeta bir vekil konumundadır; mülkü üzerinde ancak şeriatın çizdiği sınırlar dâhilinde tasarruf edebilir.
Dolayısıyla mülkiyet hakkı, şer‘î kayıtlarla tahdid(sınırlanmış) edilmiş bir haktır; sahibi de, bu hak vasıtasıyla kendisine ve içinde yaşadığı topluma yarar ve maslahat sağlamakla görevli bir vekil gibidir. Bu fonksiyonel anlayışın delilleri ileride sıralanacaktır.
أ - قوله تعالى : ﴿وَأَنفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُم مُّسْتَخْلَفِينَ فِيهِ ﴾ [الحديد: ٧]. فهذا يدل على أن يد المالك على ماله أشبه ما تكون بيد الوكيل أو النائب. وأن المال في الحقيقة ليس له وإنما أودع إليه التصرف فيه على النحو الذي يأمره به مالكه الحقيقي وهو الله قال الإمام القرطبي أبو عبد الله محمد بن أحمد الأنصاري القرطبي في تفسيره: مِمَّا جَعَلَكُمْ مُسْتَخْلَفِينَ فِيهِ) [الحديد: ۷] دليل على أن أصل الملك الله سبحانه وأن العبد ليس له فيه إلا التصرف الذي يرضي الله ... إلى أن قال : وهذا يدل على أنها - أي الأموال - ليست بأموالكم في الحقيقة وما أنتم فيها إلا بمنزلة النواب والوكلاء فاغتنموا الفرصة فيها قبل أن تزال عنكم إلى من بعدكم
A) Allah Teâlâ’nın buyruğu:
“Sizi onda halef kıldığı (emanetçi yaptığı) şeylerden infak edin.” (Hadîd 57/7)
Bu âyet, malikin malı üzerindeki tasarrufunun vekil veya nâib tasarrufuna benzediğini gösterir. Mal gerçekte ona ait değildir; gerçek mâlik olan Allah’ın emri doğrultusunda tasarruf etmesi için kendisine emanet edilmiştir.
İmam Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el‑Kurtubî, bu âyeti tefsir ederken şöyle der:
“ ‘…Sizi onda halef (müstehlif) kıldığı’ ifadesi, mülkün aslen Allah’a ait olduğuna, kulun ise sadece Allah’ı hoşnut edecek şekilde tasarruf yetkisine sahip bulunduğuna delildir… Bu da gösterir ki mallar hakikatte sizin mallarınız değildir; siz onlarda ancak nâib ve vekil konumundasınız. Öyleyse onlar elinizden çıkıp sizden sonrakilere geçmeden önce bu fırsatı iyi değerlendirin.”
Böylece âyet, ferdî mülkiyet hakkının mutlak değil, vekâlet mahiyetinde bir emanet olduğunu açıkça ortaya koyar.
ب - كراهية الشريعة تكديس الأموال بأيدي فئة قليلة وعدم تداولها بين الناس الفقراء لما يترتب على ذلك من مفاسد وأضرار، ولهذا قسم رسول الله ﷺ ما أفاء الله عليه من أموال ( بني النضير على المهاجرين الفقراء دون الأنصار عدا فقيرين منهم تحقيقاً لقوله تعالى: ﴿ما أَفَاءَ اللهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَالرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَى لَا يَكُونَ دُولَةٌ بَيْنَ الْأَغْنِيَا مِنكُمْ ... . فكراهية الشريعة حبس الأموال بيد فئة قليلة يدل على أن الملكية يراد بها تحقيق وظيفة خاصة تسهم في تحقيق أغراض الشريعة ومنها إقامة مجتمع فاضل خال من الأحقاد والحسد والضغائن يجد فيه كل فرد ما يسد به حاجته وينفع به الآخرين. ومما يساعد على تحقيق إقامة مثل هذا المجتمع عدم تكديس الأموال والثروات بأيدي قليلة. كما أن في تحديد أنصبة الورثة تفتيتاً للثروة ومنعاً لتكديسها بيد واحدة أو أيدي قليلة فضلاً عن الحكم الأخرى لهذا التحديد.
B) Servetin dar bir zümrenin elinde yığılmasını şeriatın hoş görmemesi
Şeriat, servetin birkaç kişinin elinde toplanıp yoksullar arasında dolaşmamasını hoş karşılamaz; çünkü bu durum toplumsal bozulma ve zararlara yol açar. Nitekim Resûlullah ﷺ, Benî Nadîr’den elde edilen ganimet arazilerini –âyetteki,
“Allah’ın, kent halkından Resûlü’ne bağışladığı (fey) mallar Allah’a, Resûl’e, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir ki (mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet hâline gelmesin…” (Haşr 59/7)
buyruğunu yerine getirmek üzere– Ensâr’dan iki fakir hariç yalnız muhacir fakirlere dağıtmıştır.
Şeriatın serveti dar bir kesimin elinde hapsetmeyi hoş görmemesi, mülkiyetin şer‘î maksatlar doğrultusunda yerine getirilmesi gereken toplumsal bir görev olduğuna işaret eder. Amaç, kin ve husumetten arınmış, herkesin temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği ve başkalarına fayda sunabildiği erdemli bir toplum kurmaktır.
Bu hedefe yardımcı olan unsurlardan biri de servet yığılmasını önlemektir. Aynı hikmet, miras paylarının şeriatça belirlenmesinde de görülür: mirasın belirli hisselere bölünmesi, servetin tek elde veya dar bir grubun elinde yoğunlaşmasına engel olur; diğer şer‘î maksatların yanı sıra bu sosyal dengeyi de gözetir.
ج - قوله تعالى : ﴿وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ أَمْوَالَكُمُ الَّتِي جَعَلَ اللهُ لَكُمْ قِيمًا [النساء : ٥] فهذه الآية الكريمة تشير إلى معان كثيرة منها : النهي عن وضع الإنسان ماله في يد من لا يحفظه ولا يحسن استثماره. ومنها النهي عن إعطاء السفهاء أموالهم لعجزهم عن استثمارها وحسن التصرف فيها ، بل يلزم الحجر عليهم وإبداع أموالهم عند من يلي شؤونهم وهم القوام عليهم. ومنها : أن هذه الآية تخاطب المسلمين وتقول لهم: إن هذه الأموال التي تملكونها جعلكم الله عليها قواماً ووكلاء، فلا ينبغي لكم أن تجعلوها في يد من يضيعها
C) “Malınızı sefihlere vermeyin” emri
“Sefihlere, Allah’ın size hayatın dayanağı kıldığı mallarınızı vermeyin…” (Nisâ 4/5)
Bu âyet‑i kerîme çok yönlü mesajlar içerir:
1. Malı koruma sorumluluğu: Kişi, servetini koruyamayacak veya doğru değerlendiremeyecek kimselerin (aklına, tecrübesine güvenilmeyenlerin) eline bırakmamalıdır.
2. Sefihe hacir koyma: Zihnen olgunlaşmamış, savurgan ve basiretsiz kimselere kendi malları da teslim edilmez; onlara hacir uygulanır, malları kendileri yerine işlerini yürüten velîlerin/gözeticilerin uhdesinde tutulur.
3. Emanet bilinci: Âyet, müminlere “Sahip olduğunuz mallar gerçekte sizin değildir; Allah sizi onlara kayyim (gözetici/vekîl) kılmıştır. Öyleyse onları zayi edecek kimselerin eline bırakmayın” diye seslenir.
Böylece âyet, ferdî mülkiyetin mutlak bir keyfiyet olmadığını, malikin malını hem kendi menfaatine hem de toplumun maslahatına uygun biçimde yönetmekle yükümlü bir emanetçi olduğunu açıkça ortaya koyar.
فهذه المعاني التي تشير إليها الآية تدل على أن المقصود بالمال أداء غرض معين للشارع وهو تثميره والقيام عليه على نحو معين صالح يؤدي إلى الخير والنفع.
Âyetten çıkan bu anlamlar, malın şer‘î gayesinin sadece mülk sahibine “ait” bir menfaat olmaktan öteye geçtiğini gösterir: Servet, yararlı biçimde değerlendirilsin, korunsun ve toplum yararına işlev görsün diye emanet edilmiştir. Dolayısıyla mal, şeriatın öngördüğü tarzda işletilip geliştirilmedikçe gerçek maksadına ulaşmış sayılmaz; mülk sahibinin görevi de tam olarak budur.
فإذا عجز مالكه عن أداء هذه الوظيفة سلبت منه السلطة عليه ومنع من التصرف فيه حتى يرشد ويصلح لأمانة الملكية. ولو كانت الملكية حقاً مطلقاً للمالك يتصرف فيه كما يشاء لما وضع الحجر على السفيه ومنع من التصرف في ماله.
Eğer malik bu fonksiyonu yerine getiremezse, mülk üzerindeki tasarruf yetkisi elinden alınır; aklen olgunlaşıp “mülkiyet emanetini” taşıyacak ehliyete erişinceye kadar malını yönetmesi engellenir. Mülkiyet hakkı sahibine mutlak ve sınırsız bir tasarruf özgürlüğü verseydi, sefihin malına hacir konulmaz, tasarrufu yasaklanmazdı.
٢٧٥ - قيود حق الملكية :
أما قيود حق الملكية فتظهر في تنظيم الشريعة لهذا الحق إيجاداً وبقاء وتنمية وإنفاقاً وما ترتب فيه من حقوق للآخرين. ونحن لا نريد هنا التبسط في هذا التنظيم والإفاضة في بيان وشرح هذه القيود وإنما نريد التنبيه على جملة منها على النحو الآتي :
أولاً : فيما يخص إثبات حق الملك وإيجاده نجد أن هذا الحق لم يثبت أصلاً لولا إثبات الشارع له واعترافه به وحمايته له وتقريره أسبابه وأسبابه التي اعترف بها وجعلها منتجة له هي العمل المشروع بصوره العديدة ومنها الصيد وإحياء الموات واستخراج المعادن من الأرض ونحو ذلك، كما سنذكره فيما بعد. ومنها أيضاً الميراث والعقود والتصرفات الناقلة للملكية، كما سنذكره أيضاً فيما بعد. ومها. عدا ذلك لا تعترف الشريعة به ولا تعتبره سبباً للملكية كالسرقة والنهب والسلب والقمار وابتزاز أموال الناس بالباطل كالظلم والرشا والربا واستغلال السلطة والنفوذ، فهذه الأسباب ونحوها لا تعتبر من الأسباب الشرعية لاكتساب الملكية.
275 – Mülkiyet hakkına getirilen kayıtlar
Şeriat, mülkiyet hakkını doğuşu, devamı, geliştirilmesi ve harcanması aşamalarında ayrıntılı şekilde düzenlemiş; bu süreçlerde başkalarının haklarını da gözeterek çeşitli kısıtlamalar koymuştur. Burada ayrıntıya girmeksizin başlıca kayıtları hatırlatacağız.
I. Mülkiyetin doğuş ve ispat safhasındaki kayıtlar
Bir mal üzerindeki mülkiyet, ancak şeriatın tanıdığı ve koruduğu meşrû sebepler gerçekleştiğinde doğar; aksi hâlde doğmuş sayılmaz.
Meşrû kazanç sebepleri:
Emek: Avcılık, işlenmemiş araziyi ihyâ, yer altı madenlerini çıkarma vb.
Miras: Kanunî miras payları.
Akit ve tasarruflar: Satım, hibe, icâre, vb. mülkiyet nakleden sözleşmeler.
Gayr‑i meşrû sebepler (mülkiyet doğurmaz):
Hırsızlık, yağma, gasp.
Kumar, rüşvet, faiz.
Zorbalık, yetki ve nüfuz suistimali gibi “baṭıl” yollarla insanların malını almak.
Bu gayr‑i meşrû fiiller, şeriat nazarında mülkiyet kazandırıcı sebep sayılmaz; elde edilen mal geri alınır, faile de cezai ve/veya mâlî yaptırım uygulanır.
ثانياً : فإذا ثبت الملك لإنسان بناء على سبب شرعي فله أن يتصرف فيه وينميه على الوجه المشروع، أي في الحدود التي رسمتها الشريعة والقيود التي وضعتها له. فله استعماله واستغلاله وبيعه ووقفه وهبته، وليس له أن ينميه بالغش والاحتكار والربا ونحو ذلك مما ينافي مبادئ الشريعة وأحكامها والأخلاق التي دعت إليها وأمرت بها. كما ليس له أن يتعسف في استعمال ما يملكه أو يتصرف فيه على نحو مضر بالآخرين، وقد مرت بنا قيود تصرف الجار في ملكه وقصة عمر بن الخطاب وإلزامه محمد بن مسلمة في إمرار الماء في أرضه لسقي أرض الضحاك، وجواز التسعير عند الضرورة.
II. Mülkiyet devam ettikten sonraki kayıtlar – tasarruf ve geliştirme sınırları
Meşru bir sebeple mülkiyet edinen kimse, malını yalnızca şeriatın çizdiği sınırlar içinde kullanabilir ve geliştirebilir:
Serbestçe yapabilecekleri:
Kişisel kullanım (istimâl)
Dolaylı işletme/kiraya verme (istiglâl)
Satış, hibe, vakıf, vasiyet gibi hukuki tasarruflar
Yasaklanan kazanç ve tasarruf biçimleri:
Hile, stokçuluk (ihtikâr)
Faiz (ribâ)
Her türlü şer‘î ilke ve ahlâka aykırı yöntem
Başkalarına zarar verme yasağı:
Malik, mülkünü kullanırken ta‘assuf (kötüye kullanım) hakkına sahip değildir; komşuya, topluma zarar doğuran tasarruflar engellenir.
Örnekler: Komşu arazinin su yolunu kesen kimseyi Hz. Ömer’in müdahalesiyle su geçirmeye mecbur etmesi; zaruret anında fiyat tespiti (tes‘îr) yapılabilmesi gibi şer‘î kısıtlamalar.
Özetle, şeriat mülk sahibine geniş yetkiler tanırken bu yetkileri adalet, maslahat ve ahlâkî ilkelere riayet şartına bağlamış; malikin hem kendisine hem de topluma fayda üretmesini hedefleyen bir çerçeve çizmiştir.
ثالثاً : ومع احترام الشريعة لملك الإنسان وإبقائه عليه وعدم سلبه إياه، إلا أن الشريعة تبيح نزع الملكية ولو جبراً عن صاحبها تحقيقاً للنفع العام أو دفعاً للضرر بعد دفع التعويض العادل للمالك. فمن ذلك نزع الملكية لتوسيع طريق أو نهر أو توسعة مسجد كما جرى في توسعة المسجد الحرام (۱). ومن صور دفع الضرر تقرير الشفعة، كما سنبينه فيما بعد. وبيع مال المدين وفاء لدينه إذا ماطل بالوفاء مع القدرة على الإيفاء. وإجبار المحتكر على بيع ما عنده بقيمة المثل إذا كان في الناس حاجة إلى ما عنده وأبي البيع بأكثر من هذه القيمة.
III. Zorunlu kamulaştırma ve müdahale halleri
Şeriat, kişinin mülkiyet hakkına saygı duyar ve normalde onu elinden almaz; ancak kamu yararını gerçekleştirmek veya bir zararı gidermek amacıyla, mal sahibine adil bir tazminat ödemek suretiyle mülkün zorla alınmasına izin verir. Bunun örnekleri şunlardır:
• Yol, nehir yatağı veya mescit genişletme gibi genel fayda gerektiren projeler için mülkün istimlâk edilmesi. Nitekim Mescid‑i Harâm’ın genişletilmesi sırasında bazı özel mülkler bu şekilde kamulaştırılmıştır.
• Zararı gidermeye yönelik olarak şuf‘a hakkının tanınması; yani hisseli veya bitişik taşınmazlarda, payın yabancı bir alıcıya geçmesi ortak veya komşu için zarara yol açacaksa, o ortak ya da komşunun satış bedelini ödeyerek payı kendine alma yetkisi.
• Borcunu ödeme gücüne rağmen oyalayan borçlunun malının satılarak alacaklıya ödenmesi.
• Stokçuluk yapan kimsenin, toplumun muhtaç olduğu malı fahiş fiyatla satmakta ısrar etmesi hâlinde, yetkili merci tarafından o malı emsal fiyatla satmaya zorlanması.
Bu uygulamalar, mülkiyet hakkının mutlak olmadığını; kamu yararı ve adalet ilkeleri doğrultusunda şeriatın gerekli gördüğü durumlarda müdahale edebileceğini gösterir.
رابعاً : وفيما يخص الحقوق المفروضة في المال المملوك أوجبت الشريعة فيه حق الزكاة وهو حق مفروض للفقراء ونحوهم ومقداره %٢٫٥٪ من الذهب والفضة وقيمة العروض، وينسب أخرى معينة في الزرع والثمار والحيوانات والمعادن. وهذه المقادير تؤخذ من رأس المال وغلته إذا بلغ النصاب. كما أن لولي الأمر أن يفرض في أموال الأغنياء الضرائب التي تحتاجها الدولة عند الحاجة، كأن يخلو بيت المال وليس فيه ما ينفق منه على الجند ومصالح الدولة ونحو ذلك (٢). أما من جهة الإنفاق فإن الشريعة أمرت بالاعتدال في النفقة والابتعاد عن الترف الماجن المحظور والإسراف فيما لا ينفع، وحببت للموسر سبل الإنفاق في وجوه الخير وعون المحتاجين. وإذا ما قصر الأغنياء في عون الفقراء والمحتاجين فإن للدولة أن تفرض في أموالهم ما يكفي لتحقيق التعاون بين أفراد المجتمع وإقامة العدالة الاجتماعية الإسلامية في المجتمع
IV. Mülk üzerindeki farz haklar ve harcamaya dair sınırlar
Şeriat, mülk üzerinde bazı farz haklar ve sorumluluklar koymuştur:
Zekât farzı:
Fakir ve muhtaçlara ait zorunlu bir hak olup, altın, gümüş ve ticaret mallarının %2,5’u, ayrıca belirli oranlarda tarım ürünleri, meyveler, hayvanlar ve madenlerden alınır. Bu miktarlar, belirlenen nisâba ulaşan sermaye ve gelirlerden tahsil edilir.
Devlet vergileri:
Vali ve yöneticilerin, devletin ihtiyaçlarını karşılamak üzere zenginlerin mallarına vergi koyma yetkisi vardır. Örneğin, hazine boş kalırsa askerlerin ve kamu hizmetlerinin giderleri için vergi alınabilir.
Harcama konusunda ölçülülük:
Şeriat, israftan ve aşırı lüksten kaçınmayı emreder; faydasız harcamaları yasaklar. Zenginlere ise malını hayır işlerinde, yoksullara yardımda harcamaları teşvik edilir.
Toplumsal dayanışma ve adalet:
Eğer zenginler ihtiyaç sahiplerine yardımda cimrilik ederlerse, devlet toplumdaki dayanışmayı sağlamak ve İslami sosyal adaleti kurmak için onların mallarından gerekli miktarda zorunlu harcama (vergi) alabilir.
Bu düzenlemeler mülkiyet hakkının toplum yararına bağlı olduğunu ve bireysel tasarrufların sınırsız olmadığını ortaya koyar.
ويخلص لنا من جميع ما تقدم أن الملكية في الشريعة الإسلامية وظيفة مودعة إلى المالك من قبل الشريعة نفسها فهي التي أقرت هذا الحق ورسمت حدود استعماله والانتفاع به والتصرف فيه ولم تتركه مطلقاً لصاحبه. وقد هدفت من وراء ذلك كله تحقيق الخير والنفع للمالك نفسه وللجماعة وإقامة مجتمع فاضل قائم على الفضيلة والتعاون النظيف الصادق بعيد عن الأثرة والحسد والتقاطع وإضرار البعض بالبعض الآخر. وهكذا وبهذه القيود على حق الملكية يساهم هذا الحق في تحقيق أغراض الشريعة، والشريعة لا تريد إلا الخير والصلاح للناس أجمعين.
Özetle, İslam şeriatında mülkiyet, malikine şeriat tarafından emanet edilen bir “görev”tir. Bu hak, şeriat tarafından tanınmış, sınırları çizilmiş ve malikin kullanım, yararlanma ve tasarruf yetkileri belirlenmiştir; yani mülkiyet sahibine mutlak bir serbestlik bırakılmamıştır.
Bunun amacı, malik ve toplumun iyiliği ve faydasını sağlamak; erdem, dayanışma, dürüstlük, kıskançlık ve zarar vermeden uzak, sağlıklı bir toplum inşa etmektir.
Bu sınırlamalarla birlikte mülkiyet hakkı, şeriatın amaçlarının gerçekleşmesine katkıda bulunur; zira şeriat ancak insanların hayır ve selameti için vardır.
أسباب الملك التام
٢٧٦ - للملك التام أسباب يترتب عليها، وقد ذكرها الفقهاء وهي :
(أ) الاستيلاء على المال المباح
(ب) العقود الناقلة للملكية
(ج) الخلفية، أي الميراث.
إلا أن بعض الفقهاء يضيف إلى هذه الأسباب سبباً آخر وهو التولد من المال المملوك كثمر الشجر ونتائج الحيوان فهما لمالك الشجر والحيوان لتولدهما من ملكه والواقع أن هذا ليس بسبب مستقل وإنما هو ثمرة من ثمرات الملكية، فمن خصائص الملك التام أنه ينصب على ذات الشيء وعلى منفعته معاً. وما ذكروه من التولد من المال المملوك ليس إلا ثمرة من ثمرات الملكية، فمن خصائص الملك التام أنه ينصب على ذات الشيء وعلى الملكية.
Tam Mülkün Sebepleri
276 - Tam mülkiyetin kendine özgü sebepleri vardır ve bunlar fakihler tarafından belirtilmiştir:
(A) Helal olan mala el koyma (İstîlâ),
(B) Mülkiyeti devreden akitler,
(C) Miras, yani intikal.
Ancak bazı fakihler, bu sebeplere ek olarak başka bir sebep daha ilave ederler ki o da mevcut maldan doğan (türeyen) şeylerdir; örneğin ağaçtan çıkan meyveler veya hayvanın yavruları. Çünkü bunlar, ağaç ve hayvan sahibine ait sayılırlar. Fakat gerçek şu ki, bu ayrı bir sebep değil, mülkiyetin sonuçlarından biridir. Çünkü tam mülkiyetin özelliklerinden biri, mülkiyetin hem şeyin kendisine hem de onun faydalarına (menfaatlerine) yönelmiş olmasıdır. Fakihlerin maldan türemeyi sebep olarak göstermeleri, aslında mülkiyetin meyvelerinden biridir. Tam mülkiyetin özelliklerinden biri, mülkiyetin hem şeyin kendisine hem de onun menfaatine yönelik olmasıdır.
ومن الفقهاء من يجعل الشفعة سبباً مستقلاً للملكية وبعضهم يجعلها من جملة العقود الناقلة للملكية ولا يعتبرها سبباً قائماً بذاته ونحن نؤثر اعتبارها سبباً مستقلاً لأننا سنبحثها بشيء من التفصيل وعلى هذا تكون أسباب الملك التام :
Bazı fakihler, şuf‘a (önalım hakkı)nı mülkiyetin bağımsız bir sebebi olarak kabul ederler, bazıları ise onu mülkiyeti devreden akitler arasında sayar ve bağımsız bir sebep olarak görmezler. Biz ise, şuf‘ayı bağımsız bir sebep olarak kabul etmeyi tercih ediyoruz çünkü onu biraz detaylıca inceleyeceğiz. Buna göre, tam mülkiyetin sebepleri şunlardır:
(أولاً) الاستيلاء على المال المباح (ثانياً) العقود الناقلة للملكية كالبيع ونحوه (ثالثاً) الميراث (رابعاً) الشفعة.
(1) Helal olan mala el koyma (istilâ),
(2) Satış ve benzeri mülkiyeti devreden akitler,
(3) Miras,
(4) Şuf‘a (önalım hakkı).
۲۷۷ - وهذه الأسباب قد ينظر إليها باعتبارات مختلفة فتقسم إلى تقسيمات
مختلفة فمن هذه التقسيمات ما يأتي :
أولاً : أسباب اختيارية وأسباب جبرية :
فالأسباب الاختيارية هي التي تنشأ باختيار الشخص ومحض إرادته وتشمل الاستيلاء على المال المباح والعقود الناقلة للملكية والشفعة إذا طلبها صاحب الحق فيها.
أما الأسباب الجبرية فهي التي تتحقق بجعل من الشارع ولا دخل فيها لإرادة الشخص وهذه هي الميراث. فالميراث خلافة شرعية عن الميت تثبت للوارث عن المورث بجعل من الشارع فهي سبب جبري لا دخل لإرادة الوارث أو المورث فيها ، ولهذا يقال : لا يدخل شيء في ملك إنسان جبراً عنه إلا الميراث. وهذه الخلافة إنما تكون في الباقي من تركة الميت بعد تجهيزه وسداد ديونه وتنفيذ ما عساه قد أوصى به.
277 - Bu sebepler farklı açılardan değerlendirilebilir ve çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Bunlardan bazı sınıflandırmalar şunlardır:
Birincisi: İhtiyari (seçimle olan) sebepler ve cebrî (zorlayıcı) sebepler.
İhtiyari sebepler, kişinin kendi seçimi ve iradesiyle ortaya çıkan sebeplerdir. Bunlar helal mala el koyma, mülkiyeti devreden akitler ve hak sahibi tarafından talep edildiğinde şuf‘a (önalım hakkı) gibi sebepleri kapsar.
Cebrî sebepler ise, şer‘î irade ile gerçekleşen ve kişinin iradesinin etkisi olmayan sebeplerdir. Bunlar mirastır. Miras, ölenin yerine kanunen mirasçıya geçen yasal halefiyettir; bu sebeple cebrî bir sebep olup ne mirasçının ne de miras bırakanın iradesi buraya müdahil değildir. Bu yüzden denir ki: Bir kişinin mülkiyetine zorla giren şeyler arasında sadece miras vardır.
Bu halefiyet, ancak ölenin mal varlığından (terekeden) geriye kalan, hazırlıklar yapılıp borçları ödendikten ve varsa vasiyet edilen şeyler yerine getirildikten sonra gerçekleşir.
ثانياً : وأسباب الملكية منها ما هو منشئ لها ومنها ما هو ناقل لها.
فالمنشئ لها هو الذي يوجد الملكية بعد أن لم تكن موجودة أصلاً وهذا هو الاستيلاء على المال المباح والناقل للملكية لا ينشئها، أي لا يوجدها بعد أن لم تكن وإنما ينقلها فقط من شخص لآخر ويتناول هذا النوع العقود والميراث.
ثالثاً : وتنقسم أسباب الملكية إلى أسباب فعلية وقولية وأسباب تتحقق بلا دخل من الشخص المالك أو الشخص المنقولة إليه الملكية.
فالفعلية هي الاستيلاء على المال المباح ولهذا يصح هذا السبب لإفادة الملكية ممن لا يعتبر قوله كالمجنون والصغير المميز أو غير المميز. فإذا استولى واحد من هؤلاء على المال المباح استيلاء حقيقياً ملكه.
والقولية تتحقق بالعقود والشفعة. والأصل في العقود أن تكون بالقول كما سنبينه في فصل العقود إن شاء الله.
İkinci olarak: Mülkiyetin sebeplerinden bazıları onu meydana getirir (inşâî), bazıları ise onu nakleder (naklîdir).
Mülkiyeti meydana getiren (inşâî) sebep, önceden hiç mevcut olmayan mülkiyeti var eden sebeptir; buna “mubah mal üzerinde hâkimiyet (istilâ‛)” denir.
Mülkiyeti nakleden sebep ise mülkiyeti var etmeyip yalnızca bir kişiden diğerine aktarır; bu gruba sözleşmeler (akidler) ve miras dâhildir.
Üçüncü olarak: Mülkiyet sebepleri,
1. Fiilî sebepler,
2. Sözlü sebepler
3. Kişinin herhangi bir müdahalesi olmaksızın gerçekleşen sebepler
diye üçe ayrılır.
Fiilî sebep, mubah mal üzerinde hâkimiyet (istilâ‛)dir. Bu sebeple, sözü geçerli sayılmayan kimseler—aklı yerinde olmayan, temyiz gücüne sahip olsun olmasın küçük çocuklar—dahi fiilen bir mubah malı ele geçirirlerse o mala malik olurlar.
Sözlü sebep ise akidler ve şuf‘a (önalım)dır. Aslen akidlerin sözle yapılması esastır; akidlere dair bölümü Allah dilerse ileride açıklayacağız.
والثانية تتحقق بالإرث فهو يثبت الملك دون قول أو فعل لا من الوارث ولا من المورث وإنما تثبت بجعل الشارع كما قلنا.
هذا وسنتكلم عن كل سبب في مبحث على حدة موجزين القول عن الميراث والعقود ومفصلين بعض التفصيل عن الاستيلاء والشفعة.
İkinci tür sebep (kişinin iradesi dışındaki sebep) mirastır. Miras, ne vârisin ne de murisin herhangi bir sözlü beyanı veya fiilî tasarrufu olmaksızın, sırf şâri‘in (yasama yetkisine sahip meşrû otoritenin/Şâri‘in) düzenlemesiyle mülkiyet hakkı doğurur.
Böylece, mülkiyet sebeplerini tek tek ele alacağız: miras ve akidleri özet olarak, istilâ‛ (mubah malı fiilen ele geçirme) ve şuf‘ayı ise biraz daha tafsilatlı bir şekilde inceleyeceğiz.
الاستيلاء على الأموال المباحة
۲۷۸ - يقصد بالاستيلاء حيازة الشيء المباح ووضع اليد عليه. ويتميز هذا السبب بأنه منشئ الملكية وبأنه سبب فعلي لا قولي وبأنه مختص بالأموال المباحة لا المملوكة.
والمراد بالأموال المباحة جميع ما خلقه الله لعباده من مخلوقات في البر أو البحر أو الهواء كالحيوانات في الفلاة والأسماك ونحوها في المياه والطيور في الهواء وكالأشجار النابتة في الجبال والصحارى وكالأرض الموات التي لا يملكها شخص. فكل هذه المخلوقات ونحوها يشترك الناس في الانتفاع بها شركة إباحة لا شركة ملك. ولا تملك إلا بإحرازها ووضع اليد عليها فإذا استولى عليها الإنسان ملكها وحده دون غيره ولم يستطع غيره أن يمتلكها إلا عن طريقه بسبب ناقل للملكية.
والاستيلاء على المال المباح يتنوع بتنوع المال نفسه نظراً لطبيعته ولهذا كانت له الأنواع التالية :
أولاً : الصيد.
ثانياً : الاستيلاء على الكلا والآجام.
ثالثاً : الاستيلاء على المعادن والكنوز.
رابعاً : إحياء الأرض الموات. ونتكلم عن كل نوع في مطلب على حدة.
Mubah mallar üzerinde istîlâ
278. İstîlâʼ, mubah bir şeyi fiilen ele geçirip üzerinde hâkimiyet tesis etmektir. Bu sebep, Mülkiyeti “yoktan var eden” (inşâî) bir sebeptir; Fiilîdir, söz (beyan) gerektirmez;
Sadece mubah mallar (kimsenin mülkü olmayan şeyler) için geçerlidir, başkasına ait mallar için değildir.
Mubah mallardan kasıt, Allah’ın kara, deniz ve havada yarattığı–çölde serbest dolaşan hayvanlar, sulardaki balıklar ve benzeri canlılar, havadaki kuşlar, dağ‑çöl‑kırlarda kendiliğinden biten ağaçlar, herhangi birinin mülkü sayılmayan “ölü” (harabe) araziler vs.– bütün varlıklardır. İnsanlar bunlardan mülkiyet ortaklığı olmaksızın, sadece kullanma/yararlanma izni (ibâha) çerçevesinde faydalanabilirler. Bunlar, zilyetlikle (fiilen ele geçirip el koymakla) ferdî mülke dönüşür: Kim böyle bir eşyayı sahiplenirse, mülkiyet yalnızca ona geçer; başkası onu ancak mülkiyeti nakleden meşrû bir yolla (satış, hibe v.b.) ondan elde edebilir.
Mubah mala istîlâ, ele geçirilen şeyin tabiatına göre çeşitlenir. Dört ana türü vardır:
Avcılık (sayd)
Otlak ve bataklık/gelgit alanlarından yararlanma
Maden ve definelerin (rikâz) elde edilmesi
Ölü arazinin ihyâsı (İhyau'l Mevât)
Bu türlerin her birini ileride ayrı başlıklar hâlinde inceleyeceğiz.
المطلب الأول: الصيد
۲۷۹ - يطلق الصيد ويراد به الحيوان الممتنع عن الإنسان بفراره في الغابات ونحوها، أو بغوصه في الماء، أو بطيرانه في الهواء. فكل هذه الحيوانات - وهي بهذه الحالة - أموال مباحة سواء أكانت مأكولة اللحم أم لا ، فإذا خرجت عن امتناعها بأن وقعت في يد الإنسان فإنها لا تسمى عند ذاك صيداً.
ويطلق نصيد أيضاً ويراد به اقتناص الحيوان أي أخذه بشيء من الحيلة والحذق
Birinci Kısım: Avcılık (Sayd)
279. Sayd/av kelimesi, insanın yaklaşmasından kaçarak orman gibi yerlerde kaçıp saklanan, suya dalan ya da havada uçan canlıları ifade eder. Bu hâliyle söz konusu hayvanların –etinin yenilip yenilmemesine bakılmaksızın– tamamı mubah mal sayılır; çünkü henüz kimsenin mülkü değildir. Ancak bu hayvanlar kaçma özelliklerini kaybedip fiilen insanın eline geçtiğinde artık “av” diye adlandırılmazlar.
“Sayd” kelimesi aynı zamanda hayvanı tuzak, maharet veya bir başka ustalık yoluyla yakalamak/ele geçirmek fiilini de ifade eder.
۲۸۰ - وقد أحل الله الصيد إلا إذا كان الصائد محرماً أو كان الصيد في الحرم.
وفي حل الصيد جاءت هذه الآيات الكريمة قال تعالى : ﴿أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ
الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيدِ وَأَنتُمْ حُرُمُ ﴾ [المائدة: 1]، ﴿وَإِذَا حَلَلْتُمْ فاصطادوا) [المائدة : ٢]، ﴿أُحِلَّ لَكُمْ صَيْدُ الْبَحْرِ وَطَعَامُهُ مَتَاعًا لَكُمْ وَللسَّيَّارَةِ وَحُرِّمَ عَلَيْكُمْ صَيْدُ الْبَرِّ مَا دُمْتُمْ حُرُما ﴾ [المائدة : ٩٦] . يَسْتَلُونَكَ مَاذَا أُحِلَّ لَهُمْ قُلْ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُم مِّنَ الْجَوَارِحِ مُكَلِّبِينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ بِمَا عَلَّمَكُمُ اللهُ فَكُلُوا بِمَا أَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عليه [المائدة: ٤]. ومن هذه الآيات نرى أن صيد البحر حلال دائماً، أما صيد البر فهو حلال في غير الحرم إلا إذا كان الصائد محرماً بحج أو عمرة. كما أن الآية الأخيرة تدل على أن ما تمسكه الحيوانات المدربة على الصيد حلال أكله ؛ لأن الشارع اعتبر مسك الصيد من قبل الحيوان المدرب كذكاة له، أي: كالذبحالمشروع، إلا أنه يشترط تسمية الله عند إرسال الحيوان المعلم على الصيد أو استعمال آلة الصيد كالبندقية.
Allah Teâlâ, ihramlı kişinin avlanması ile Mekke Harem bölgesinde kara avı yapılması dışında avcılığı helâl kılmıştır. “İhramda bulunduğunuz sırada avlanmayı helâl saymamanız şartıyla, size bildirilecek olanlar dışındaki “en‘âm” denen hayvanlar sizin için helâl kılınmıştır.” (el‑Mâide 5:1) buyruğu, ihram hâlinde kara avının yasak olduğunu bildirir. “İhramdan çıkınca avlanın” (el‑Mâide 5:2) emri ise ihram sonrasında bu yasağın kalktığını gösterir. Yine “Size deniz avı ve deniz ürünü, hem sizin hem de yolcular için rızık olmak üzere helâl kılındı; ihramlı kaldığınız sürece kara avı size haram kılındı” (el‑Mâide 5:96) ayeti, deniz avının her hâlükârda serbest, kara avının ise ihram süresince haram olduğunu vurgular. Avcı hayvanlarla ilgili olarak da “Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar; de ki: Size bütün temiz şeyler helâl kılındı, ayrıca Allah’ın size öğrettiğinden öğreterek eğittiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıkları da helâldir; onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın” (el‑Mâide 5:4) buyurulmuştur. Bu ayet, eğitimli köpek, şahin gibi avcı hayvanların yakaladığı avı meşrû kesim hükmünde sayar; fakat av hayvanı salınırken veya ok, tüfek gibi bir alet kullanılırken “Bismillâh” demek şarttır. Böylece deniz avı daima helâl; kara avı, Harem bölgesi dışında ve ihramsızken helâl; eğitilmiş hayvanların yakaladığı av da besmele ile helâldir.
۲۸۱ - ويشترط في الصيد ليكون سبباً للملك أن يتحقق به الاستيلاء؛ والاستيلاء إما حقيقي وإما حكمي.
أولاً: الاستيلاء الحقيقي:
ويكون بإمساك الصيد باليد أو بالاقتراب منه وهو حبيس في المصيدة أو متعلق بها بحيث لو مد الصائد يده إليه لأمسكه. وهذا النوع من الاستيلاء يفيد الملك التام على نحو مستقر دون حاجة إلى نية أو قصد. فإذا انفلت الصيد من المصيدة لم يخرج من ملكية الصائد وعلى من يصيده أن يرده إلى صائده الأول لأنه باستيلائه عليه استيلاء حقيقياً تثبت له ملكيته ثبوتاً مستقراً فلا يزول عنه هذا الملك بفراره منه كما لا تزول ملكية البعير مثلاً، عن صاحبه إذا شرد منه... وهذا على رأي الجمهور كالحنفية والشافعية أما على رأي المالكية فإنهم يفرقون بين حالتين (الأولى) إذا استأنس الصيد ثم فر بعد ذلك ففي هذه الحالة تبقى ملكيته لصائده وعلى من يمسكه أن يرده عليه إلا إذا ظل فاراً حتى عادت إليه وحشيته وزال استئناسه فهو لمن يمسكه. (الثانية) إذا فر قبل أن يستأنس عند صائده كأن فر حالاً ففي هذه الحالة تزول عنه الملكية ويعود مالاً مباحاً وهو لمن يصيده
281. Bir avın mülkiyete konu olabilmesi için mutlaka “istilâ” gerçekleşmiş olmalıdır; bu istilâ ya hakikî ya da hükmî olur.
Hakikî istilâ, av hayvanını doğrudan elde etmek, yani elle yakalamak yahut avı kapan içinde veya kapana takılı vaziyette, el uzatıldığında tutulabilecek mesafede hapsetmek şeklinde gerçekleşir. Böyle bir zapt, niyet veya kasıt aranmaksızın avcıya kesin ve tam mülkiyet kazandırır; hayvan kapanından kaçsa bile bu mülkiyet düşmez ve sonradan kim yakalarsa mutlaka ilk sahibine iade etmelidir. Hanefîler ve Şâfiîler bu görüştedir.
Malikîler ise iki hâl ayırır:
(1) Hayvan avcıya alışıp ehlîleşmişken kaçarsa mülkiyet yine ilk avcıda kalır; ancak uzun süre kaçıp yeniden yabanîleşirse artık onu yakalayana ait olur.
(2) Hayvan daha ehlîleşmeden hemen kaçarsa avcının mülkiyeti düşer, hayvan yeniden mubah mala döner ve onu kim tutarsa onun olur.
ثانياً: الاستيلاء الحكمي:
وهذا يتم باستعمال وسيلة يصير بها الصيد غير ممتنع على الصائد، ويكون ذلك إذا أمكن أخذه بالفعل دون استعمال وسيلة أخرى، وبتعبير آخر يتحقق الاستيلاء الحكمي بتهيئة الصيد لأن يستولي عليه الصائد استيلاء حقيقياً بأخذه فعلاً أو بالتمكن من أخذه فعلاً. فضرب الحيوان بسلاح يجرحه ويمنعه من الفرار، وحفر حفرة يسقط بها الحيوان ولا يستطيع خلاصاً، ونصب شبكة يتعلق بها الصيد ولا يجد مخرجاً منها، كل ذلك ونحوه يتحقق به الاستيلاء الحكمي.
وهذا النوع من الاستيلاء الحكمي يفيد ملكاً غير مستقر، بمعنى أن الصيد إذا تمكن بطريقة ما أن ينفلت من المصيدة قبل أن يستولي عليه الصائد استيلاء حقيقياً فإنه يعود مالاً مباحاً لا ملكية لأحد عليه وهو لمن يصيده. أما إذا تبع الاستيلاء الحكمي استيلاء حقيقي فإن الملكية التامة المستقرة تثبت عليه وفي هذه الحالة إذا فر الصيد فهو لمالكه كما ذكرنا أولاً.
وإنما يثبت الاستيلاء الحكمي وما يتبعه من ملكية غير مستقرة إذا كانت الآلة معدة للصيد واستعملها الصائد لهذا الغرض أو بدون قصد آخر غير الصيد. أما إذا استعملها بغير قصد الصيد كما لو نشر الصائد شبكته لتجفيفها فإنها في هذه الحالة لا تصلح سبباً للاستيلاء الحكمي فلو تعلق بها صيد لم يملكه ناشر الشبكة وهو لمن يمسكه ويستولي عليه استيلاء حقيقياً سواء أكان الماسك ناشر الشبكة أو غيره.
أما إذا كانت الآلة غير معدة للصيد فيشترط فيها أن تستعمل بقصد الصيد حتى يتملك مستعملها ما يتعلق بها من صيد. أما إذا لم يستعملها بهذا القصد فالصيد لمن يستولي عليه. فإذا استعملها بهذا القصد وتعلق بها صيد ملكه ملكية غير مستقرة فإذا فر عاد مالاً مباحاً. ولكن إذا مسكه إنسان وهو في المصيدة ونازعه مستعمل الآلة فهو لواضع الآلة؛ لأن بها خرج الصيد عن امتناعه وهو في سبيل الاستيلاء عليه حقيقية
İkinci olarak: Hükmî İstilâ ise, avın avcı tarafından gerçekten tutulmadan ama avcının onu kolayca tutabileceği bir duruma getirilmesiyle gerçekleşir. Bu, avcının başka bir araç kullanmadan avı kolayca yakalayabileceği durumdur; yani, avcının onu gerçek anlamda yakalaması veya tutabilmesi için ortamın hazırlanmasıdır. Örneğin, avı yaralayan ve kaçmasını engelleyen bir silahtan vurmak, avın düştüğü ve kaçamadığı bir çukur kazmak, ya da avın içine takıldığı ve çıkamadığı bir ağ kurmak gibi yöntemlerle hükmî istilâ sağlanır.
Bu tür hükmî istilâ, kalıcı olmayan, geçici bir mülkiyet sağlar; yani av, kapan veya ağdan herhangi bir şekilde gerçek olarak kurtulabilirse mülkiyet kaybolur ve av tekrar mubah mal olur; bu durumda onu tutan kişi sahibi olur. Ancak hükmî istilâyı takiben gerçek bir istilâ gerçekleşirse, tam ve kalıcı mülkiyet oluşur; bu durumda av kaçarsa bile sahibi olarak kalır.
Hükmî istilâ ve ona bağlı geçici mülkiyetin geçerli olması için kullanılan araçların avlanmaya uygun olması ve avcı tarafından bu amaçla veya başka bir maksat gütmeden kullanılması gerekir. Eğer alet avlanma amacıyla değilse, mesela ağ sadece kurutulmak için serilmişse, böyle bir durumda ağı kuran kişi avın mülkiyetini kazanmaz; avı gerçekten ele geçiren kişi maliki olur. Alet avlanmaya uygun değilse, ancak avlanma amacıyla kullanılırsa, kullanıcı av üzerinde geçici mülkiyet kazanır; ancak amaç olmadan kullanılırsa av ona ait olmaz. Eğer amaçlı kullanılmışsa ve av alette takılı ise geçici mülkiyet oluşur; ancak av kaçarsa tekrar mubah olur. Fakat av, alette takılıyken biri tarafından tutulursa, avcı ile mülkiyet kavgası varsa, asıl sahibi alet sahibidir; çünkü alet sayesinde av kaçma durumundan kurtulmuş ve gerçek istilâ yoluna girilmiştir.
المطلب الثاني: الكلأ والآجام
۲۸۲ - الكلأ هو الحشائش التي تنبت في الأرض ؛ فإن كانت الأرض غير مملوكة فهو على الإباحة وإن كانت مملوكة فهو على الإباحة أيضاً إن لم يتعهده صاحب الأرض بالسقي ونحوه من وسائل الإنبات، ولكل واحد أن يستولي عليه وينتفع به، وعلى صاحب الأرض أن لا يمنع المحتاج أن يأخذ حاجته منه إذا لم يجد غيره في أرض غير مملوكة. ويعلل الإمام الكاساني الحنفي ذلك بأن الأرض لا تملك عادة لغرض استغلالها بالكلا، أي: إن الكلأ غير مقصود عادة من تملك الأرض فيبقى على الإباحة
İkinci Kısım: Otlak ve Koruluk
282. Kele', yani otlar, toprağın üzerinde yetişen bitkilerdir. Eğer toprak özel mülkiyete tabi değilse, bu otlar mübah kabul edilir. Toprak mülkiyetli olsa bile, toprak sahibi bu otların sulanması veya yetiştirilmesi gibi bir çaba göstermemişse, bu otlar yine mübah sayılır. Herkes bu otlara el koyabilir ve onlardan faydalanabilir. Toprak sahibi ise, ihtiyacı olanın başka yerde bulamadığı takdirde bu otlardan almasını engellememelidir. İmam el-Kâsânî (Hanefî mezhebine göre) bunun sebebini, genellikle toprağın mülkiyetinin otların kullanımı amacıyla yapılmadığını, yani otların toprak mülkiyetinin asıl amacı olmadığını belirtir; bu yüzden otlar mübah kalır.
والواقع أن الحديث الشريف ورد بأن الناس شركاء في ثلاثة : الماء والكلا والنار. وهذا الحديث بظاهره يفيد أن الكلأ يبقى على الإباحة مطلقاً سواء نبت في أرض مملوكة أو غير مملوكة بعمل من صاحب الأرض أو بغير عمله. وهذا ما ذكره الفقهاء كالإمام الكاساني الحنفي . إلا أن الإمام أبا عبيد القاسم بن سلام ذهب إلا أن إباحة الكلأ وشركة الناس فيه إنما هو بالنسبة للنابت في أرض غير مملوكة، فهذا هو معنى الحديث عنده. أما إذا نبت الكلأ في أرض مملوكة ولو بدون عمل من صاحبها فإن الكلأ يكون لصاحب الأرض، ولكن لا يطيب له منه إلا بمقدار حاجته، ولا يحل له أن يمنع أحداً من الانتفاع الزائد عن حاجته. ويحتج ابن سلام لقوله بحديث آخر فيه : لا يمنع فضل الماء ليمنع به فضل الكلأ) وما ذهب إليه هذا الإمام هو ما نرجحه
Gerçekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: su, ot ve ateş. Bu hadis, zahiren kele'nin —ister mülkiyete tabi olsun ister olmasın, ister toprak sahibi çalışsın ister çalışmasın— her durumda mübah olduğunu gösterir. Bu görüşü Hanefî fıkıh âlimlerinden İmam el-Kâsânî de benimsemiştir.
Ancak İmam Ebû Ubeyd el-Kâsım bin Selâm’a göre kele' üzerindeki mübahiyet ve ortaklık sadece mülkiyeti olmayan topraklarda yetişen otlar için geçerlidir. Mülkiyetli topraklarda, toprak sahibi olmasa da otlar onun olur ama sadece ihtiyacı kadarını kullanabilir; fazlasını başkalarının kullanımını engelleyecek şekilde elinde tutamaz. İbn Selâm, bu görüşünü desteklemek için başka bir hadisi delil gösterir: “Su fazlasını engellemek caiz değildir, o halde kele' fazlasını engellemek de caiz değildir.” Biz de bu görüşü daha güçlü ve isabetli buluyoruz.
أما الآجام فهي الأشجار الملتفة، وحكمها أنها تكون مباحة إذ وجدت في أرض غير مملوكة. أما إذا كانت في أرض مملوكة فهي لصاحب الأرض، ولا يجوز لأحد الانتفاع بها بدون إذن صاحبها. وإنما فارقت الكلأ في الحكم؛ لأن الأرض تمتلك لاستثمارها بما ينبت فيها من أشجار ولا تمتلك لاستثمارها بالكلا عادة فافترق الحكم بينهما
Âcâm, birbirine girmiş, sık ağaç topluluklarını ifade eder. Bu ağaçlar sahipsiz arazide bulunuyorsa herkesin yararlanmasına açık, mübah sayılır. Fakat mülk arazi içindeyse onların mülkiyeti arazi sahibine aittir; sahibinin izni olmadan başkasının faydalanması câiz değildir. Âcâmın hükmünün kele'(yabani otlar)den ayrılmasının sebebi şudur: Toprak genellikle içinde yetişen ağaçları işletmek maksadıyla satın alınır ve bu ağaçlar doğrudan mülkiyet sebebi sayılır; buna karşılık toprak, sırf otundan yararlanmak amacıyla alınmaz. Bu yüzden kele' mülk arazide dahi umûmen mübah kalabilirken, âcâm mülk arazide doğrudan arazi sahibinin malı kabul edilir.
المطلب الثالث: المعادن والكنوز
۲۸۳ - المعادن أو كما يسميها الفقهاء بالفلزات - هي ما يوجد في باطن الأرض من الأموال كالذهب والفضة والحديد ونحو ذلك لا بفعل الإنسان، ولكن بخلق الله وإيجاده.
والكنز هو ما دفنه الإنسان ونحوه. أو ما اندفن في الأرض بحادث من الحوادث كالخسف أو الزلزال. ويسمى الاثنان - أي : المعدن والكنز - باسم الركاز، وهذا عند فقهاء العراق كالحنفية. وغيرهم من الفقهاء يفرقون بين الاثنين، فمنهم من يقصر اسم الركاز على المال المدفون في الأرض، أي: الكنز ومنهم من يجعله اسماً للمعدن دون الكنز
Üçüncü Kısım — Madenler ve Define (Rikâz)
283. Fakihlerin çoğunun “filiz” (فلز) diye de adlandırdığı maden, insan müdahalesi olmaksızın Allah’ın yaratmasıyla yer kabuğunun içinde oluşan servettir; altın, gümüş, demir vb. yeraltı zenginlikleri bu kapsamdadır. Kenz (define) ise insan eliyle toprağa gömülmüş yahut deprem, göçük gibi tabiî bir olay sonucu toprak altında kalmış servettir. Irak ekolüne mensup fakihler (meselâ Hanefîler) her iki türü birlikte “rikâz” diye adlandırır. Diğer bazı mezheplerde ise ayrım vardır: kimi âlimler rikâz sözcüğünü sadece toprağa gömülü hazine (kenz) için kullanırken, kimileri yalnızca maden cevherlerine tahsis eder.
٢٨٤ - أحكام المعدن :
المعادن ثلاثة أنواع، فهي إما معادن جامدة صلبة تقبل الطرق والسحب كالذهب والفضة، وإما معادن صلبة لا تقبل الطرق والسحب كالماس والياقوت، وإما معادن سائلة كالزئبق والبترول
وقد اختلف الفقهاء في حكم هذه المعادن ونحن نوجز القول في بيان آرائهم.
284. Madenlerin hükmü
Madenler, tabiatlarına göre üç sınıfa ayrılır:
(1) dövme ve çekme işlemine elverişli katı metaller — altın, gümüş gibi;
(2) işlenirken dövülemeyen sert cevherler — elmas, yakut vb.;
(3) akışkan durumda bulunan madenler — civa, petrol gibi.
Fakihler bu üç sınıfın mülkiyet, vergi (ḥaḳḳu’l‑mâl) ve tasarruf hükümleri konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir; aşağıda bu görüşleri özetle ele alacağız.
أولاً : عند المالكية: تعتبر هذه المعادن بأنواعها ملكاً لعموم المسلمين أي للدولة سواء وجدت في أرض مملوكة أو غير مملوكة، وللدولة أن تتصرف فيها كما تشاء بما يحقق المصلحة العامة للمسلمين لأنها ملكهم، وما الدولة إلا نائبة عنهم في التصرف فيها بما يعود عليهم بالنفع فلها أن تقطعها لفرد أو شركة لمدة معينة بأجر معلوم على سبيل الانتفاع والاستغلال لا على سبيل التمليك إذ لا يجوز للدولة أن تملكها لأحد. ويعلل المالكية هذا الرأي بأن المسلمين (الدولة) ملكوا هذه المعادن يوم استولوا عليها باستيلائهم على الأرض فتبقى هذه الملكية للدولة وإن وزعت هذه الأراضي على الغانمين أو صارت لغيرهم. لأن من يملك هذه الأرض يملك ظاهرها فقط باعتبار أن الأرض إنما تملك عادة بقصد استغلالها بالزراعة والعمارة فلا يكون المقصود من تملكها تملك ما فيها من معادن باطنة. وعلى هذا تبق ملكية الدولة لهذه المعادن كما كانت أولاً. وعلى هذا التصوير المالكي لا يكون الاستيلاء على المعادن من أسباب الملكية حتى ولو كان المعدن في أرض مملوكة.
Malikîlere göre madenlerin—ister dövülebilir metaller, ister kıymetli taşlar, ister sıvı madenler olsun—tamamı bütün Müslümanların ortak malıdır; pratikte bu, “devlet mülkiyeti” demektir. Maden hangi arazide çıkarsa çıksın (özel mülk veya sahipsiz arazi fark etmez) devlete aittir. Devlet, ümmet adına bu kaynakları kamunun yararına dilediği gibi işletir: Bir kişiye ya da şirkete belli süreyle ve bedel karşılığında işletme hakkı tahsis edebilir; fakat mülkiyeti devredemez.
Gerekçe şudur: Müslümanlar bir araziyi fethedip hâkimiyet kurduklarında, o araziyle birlikte yeraltındaki madenlere de “kamu mülkiyeti” çerçevesinde sahip olmuşlardır; arazi daha sonra ganimet olarak bireylere tahsis edilse bile bu, sadece toprak yüzeyini kapsar. Zira arazi satın alınırken asıl maksat tarım ve imar yapmaktır; dipteki madenler bu niyetin parçası sayılmaz. Bu sebeple madenler üzerinde devlet tasarruf yetkisi devam eder ve madenleri ele geçirmek (istîlâ) malikiyette sebep teşkil etmez—maden özel mülk arazi içinde bulunsa bile.
ثانياً : وعند الحنفية، تعتبر هذه المعادن تابعة للأرض فتأخذ حكمها فإن كانت في أرض مملوكة فهي لمالك الأرض وإن كان في أرض مباحة فهي مباحة وتكون لواجدها أي لمن يستولي عليها ويحوزها. وحجة هذا الرأي أن المعادن جزء من الأرض والجزء يأخذ حكم الكل (أي الأرض) فإذا كان مملوكاً كان جزؤه (أي المعدن مملوكاً، وإذا كان الكل غير مملوك فالجزء مثله في الحكم أي غير مملوك. وعلى هذا التصوير للمسألة يكون الاستيلاء على المعادن الموجودة في الأرض المباحة من أسباب الملكية.
Hanefîlere göre madenler toprağın bir parçası sayılır; dolayısıyla arazi hangi hükme tâbîyse maden de aynı hükme tâbî olur. Şayet maden özel mülk arazide bulunursa mülkiyeti arazi sahibine aittir; sahipsiz (mubah) arazide bulunursa o da mubah kabul edilir ve kim fiilen çıkarıp zilyetlik kurarsa mülkiyet ona geçer.
Gerekçe şudur: “Cüz, küllün hükmünü alır.” Toprağın bütünü mülkse parçası olan maden de mülktür; toprak sahipsizse maden de sahipsizdir. Bu yaklaşıma göre mubah arazideki madenlere istîlâ (çıkarma ve zapt) etmek, mülkiyet kazandıran sebeplerden biridir.
ثالثاً : وهناك رأي ثالث بين الرأيين الأولين فهو تارة يميل إلى الرأي الأول، وطوراً يتجه ويأخذ بالرأي الثاني. فالحنابلة مثلاً يرون أن المعادن في الأرض المباحة إن كانت من المعادن الظاهرة التي يمكن الوصول إليها بلا كلفة ولا مؤونة أو بشيء يسير من المؤونة فإنها لا تملك بالاستيلاء عليها وإن كانت أرضها مباحة لتعلق حق الكافة في الانتفاع بها، ولا يجوز للدولة أن تملكها لأحد أو تقطعها لأحد من الناس وإنما عليها أن تتعهدها وتقوم عليها بالنحو الذي يحقق النفع للجميع. أما المعادن التي لا يمكن التوصل إليها إلا بكلفة وجهد فالقول الظاهر في المذهب الحنبلي - وهو ظاهر مذهب الشافعي - لا تملك أيضاً بالاستيلاء عليها، وهناك قول في المذهب الشافعي يحتمله المذهب الحنبلي أيضاً أنها تملك بالاستيلاء عليها، هذا كله إذا كانت الأرض غير مملوكة، أما إذا كانت الأرض مملوكة فيفرق الحنابلة بين المعادن الجامدة والسائلة، فالأولى تكون لمالك الأرض؛ لأنه ملك الأرض بجميع أجزائها وطبقاتها والمعدن الجامد يعتبر جزءا منها، أما المعادن السائلة كالقار والنفط ففي المذهب الحنبلي رأيان أظهرهما لا تملك لقول النبي :: الناس شركاء في ثلاثة : الماء والكلأ والنار، ولأن هذه المعادن لا تعتبر كجزء من الأرض فلا تملك تبعاً للأرض. والرأي الثاني في المذهب أن صاحب الأرض يملكها ؛ لأنها أرضه المملوكة له فأشبهت الزرع والمعادن الجامدة
Hanbelî mezhebi, iki uçtaki görüşü birleştiren orta bir yaklaşım sergiler. Onlara göre mubah arazideki **yüzeyde kolayca çıkarılabilen madenler**, herkesin ortak faydası bulunduğu için istimlâk yoluyla şahsî mülkiyete geçmez; devlet bunları kimseye temlik edemez, yalnızca kamunun yararına işletir. Buna karşılık, derinlerde bulunan ve ciddi masraf gerektiren madenler konusunda baskın kanaat, bunların da istimlâk ile özel mülkiyete geçmeyeceğidir; ancak Şâfiîlerde (ve Hanbelîlerde de ihtimal dâhilinde) azınlık bir görüş, bu tür madenleri fiilen çıkaran kişinin mülk edebileceğini savunur.
Arazi özel mülk olduğunda Hanbelîler katı madenler ile akışkan madenleri ayırır: Katı cevherler (altın, gümüş, demir vb.) “toprağın cüz’ü” sayılarak arazi sahibine ait olur; petrol, zift gibi akışkan kaynaklar hakkında ise güçlü görüş ortak mal kabul edilip mülk edinilemeyeceği, ikinci bir görüşte ise arazi sahibinin bunları da ekin veya katı madenler gibi mülk edebileceği ileri sürülür.
والراجح من هذه الآراء ما ذهب إليه المالكية لما في هذا الرأي من تحقيق مصلحة عامة، ولأن في تعليلهم لرأيهم قوة ووجاهة تدعو إلى ترجيحه على غيره لا سيما إذا استحضرنا ما قلناه من أن الملكية في الشريعة تبدو كأنها وظيفة مودعة لدى المالك لتحقيق غرض معين هو النفع العام للجميع وبضمنهم المالك نفسه.
Bu görüşler arasında tercih edilen (râcih) olan, Mâlikîlerin görüşüdür. Çünkü bu görüş, kamu yararını gerçekleştirme açısından en uygun olanıdır. Ayrıca Mâlikîlerin bu konudaki gerekçeleri güçlü ve makuldür; bu da onların görüşünü diğerlerine göre daha tercihe şayan kılar. Özellikle daha önce belirttiğimiz şu ilke göz önünde bulundurulursa: Şeriatte mülkiyet, sanki sahibine emanet edilmiş bir görevdir; bu görev, hem mal sahibinin hem de toplumun menfaatini gözeten bir kamu hizmeti işlevi görmelidir. Bu anlayış, mülkiyeti mutlak bir hak değil, kamusal sorumluluk taşıyan bir yetki olarak değerlendirir. Bu bağlamda Mâlikîlerin görüşü, sadece teorik olarak değil, sosyal adaletin sağlanması açısından da daha isabetli görünmektedir.
٢٨٥ - هذا وإن الحنفية مع قولهم الذي ذكرناه عنهم جعلوا لبيت المال حقاً في المعدن فأوجبوا فيه الخمس إن كان من المعادن الصلبة التي تقبل الطرق (أي: النوع الأول ولم يوجبوا في النوعين الآخرين شيئاً للدولة. وحجتهم في ذلك أن الحديث الشريف ورد فيه : .... وفي الركاز الخمس والركاز عندهم يشمل المعدن والكنز والمراد بالمعدن هنا ما كان من النوع الأول فقط ؛ لأن النوعين الآخرين يشبهان أحجار الأرض وأطيانها وماءها وهذه لا يجب فيها شيء للدولة فكذا ما يشبهها. فيكون المراد بالركاز) في الحديث الكنز والنوع الأول من المعادن دون غيرها. وهذا الخمس يثبت للدولة سواء وجد في أرض مملوكة أو غير مملوكة على رأي أبي يوسف ومحمد وعلى رأي أبي حنيفة يثبت إذا كان في أرض غير مملوكة فقط، فإن كان في مملوكة فلا شيء للدولة. أما الباقي فهو لواجده إن كان في أرض غير مملوكة، ولمالك الأرض إن كان في أرض مملوكة. وإن كان المعدن من النوعين الآخرين فكله للواجد أو لمالك الأرض.
285. Hanefîler, madenlerin toprağın hükmüne tâbî olduğu görüşlerine rağmen Beytülmâl lehine ayrıca bir hak tanırlar: Altın, gümüş gibi dövülebilir katı madenler çıkarıldığında—hadîste geçen “وفي الركاز الخمس” ifadesinden hareketle—%20’lik bir devlet payı (humus) ödenmesi gerekir; çünkü “rikâz”ı, defineyle birlikte yalnızca bu tür madenleri kapsayacak şekilde yorumlarlar.
Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre humus, maden ister mülk ister sahipsiz araziden çıksın mutlaka devlete verilir; Ebû Hanîfe ise devlet hissesini sadece sahipsiz araziden çıkarılanlarda gerekli görür, özel mülk arazide çıkarsa ödeme yoktur. Humus ödendikten sonra geriye kalan dörtte üç, sahipsiz arazide maden bulan kişiye, mülk arazide ise arazi sahibine ait olur. Buna karşılık elmas, yakut gibi işlenemeyen sert taşlar ile cıva, petrol gibi sıvı madenlerden devlet payı alınmaz; bu tip madenler, bulunduğu yere göre ya çıkaranın ya da arazi sahibinin malı olur.
أما غير الحنفية من أصحاب الرأي الثالث فلا يرون في المعدن شيئاً للدولة وإنما قالوا : يجب فيه الزكاة إن بلغ نصاباً. وحجتهم أن (الركاز) الوارد في الحديث مصروف إلى المال المدفون، أي: الكنز فليس المقصود به المعدن.
Üçüncü görüşü benimseyen diğer fakihler, madene dair devlete ait herhangi bir hak görmezler ve bunun yerine, madenin belirli bir nisaba ulaşması durumunda zekâtın farz olduğunu savunurlar. Onların dayandığı gerekçe, hadiste geçen “الركاز” (er-rikâz) teriminin sadece yerde gömülü olan para veya değerli şeyler, yani “define” anlamına geldiği, madeni kapsamadığıdır. Buna göre, “الركاز” ifadesi madene değil, sadece yerde insan eliyle gizlenmiş veya doğal afetlerle gömülmüş kıymetli eşyalara işaret etmektedir. Bu yüzden, madene zekât haricinde devletin herhangi bir hakkı olmadığı kabul edilmektedir.
٢٨٦ - أما معادن البحر كاللؤلؤ والمرجان فعند أبي يوسف ومن وافقه، فيها الخمس لبيت المال والباقي لمن استولى عليه. وحجتهم أن هذه المعادن تأخذ حكم الغنيمة وفيها الخمس لبيت المال. وعند أبي حنيفة ومن وافقه لا يجب في هذه المعادن شيء للدولة وإنما هي لواجدها ، أي : لمن يستولي عليها ؛ لأن ماء البحار وما فيها مباحة للكافة فمن يستولي على معدنها إنما يستولي على مال مباح فيملكه كله بالاستيلاء ولا يأخذ حكم الغنيمة
Deniz madenleri, örneğin inci ve mercan konusunda ise, Ebu Yusuf ve ona katılanlar, bu madenlerden beytülmâl için zekâtın (humus) farz olduğunu ve kalan kısmın ise onu ele geçiren kişinin olduğunu savunurlar. Onların gerekçesi, bu tür madenlerin ganimet hükmünde olduğudur; dolayısıyla zekât beytülmâle verilmelidir. Öte yandan, Ebu Hanife ve görüşünü paylaşanlar ise, bu madenlerden devletin herhangi bir hak talep etmediğini, bunların onları bulan veya ele geçiren kişiye ait olduğunu belirtirler. Çünkü deniz suyu ve içindeki varlıklar genel olarak halka açıktır; deniz madenini ele geçiren kişi, aslında herkesin serbestçe yararlandığı bir malı sahiplenmiş olur ve bu durum ganimet hükmüne girmez.
۲۸۷ - الكنز وحكمه :
قلنا إن الكنز هو ما دفنه الإنسان في باطن الأرض من ذهب وفضة ونحوهما.
وهو عند الفقهاء نوعان : كنز إسلامي وكنز جاهلي، ولكل نوع حكم يخصه على النحو الآتي :
Hazine ve hükmü hakkında şunu söyledik: Hazine, insanın yeryüzünün altına gömdüğü altın, gümüş ve benzeri şeylerdir. Fıkıh âlimlerine göre hazine iki çeşittir: İslami hazine ve Cahiliye hazinesi. Her bir türün kendine özgü bir hükmü vardır.
أولاً : الكنز الإسلامي: وهو ما فيه علامة أو دلالة على أنه دفن بعد الإسلام كأن تكون عليه كتابات إسلامية كآية من قرآن أو تاريخ إسلامي، أو اسم الرسول ونحو ذلك.
وحكم هذا النوع أنه باق على ملك صاحبه فلا يكون مالاً مباحاً فلا يملك بالاستيلاء عليه ولا يجب للدولة فيه شيء لا الخمس ولا غيره ويكون حكمه حكم المال الضائع أي اللقطة وعلى واجده أن يعرفه، فإن ظهر مالكه دفعه إليه، وإن لم يظهر صاحبه اختلف الفقهاء، فعند أبي حنيفة يتصدق به واجده على الفقراء وله أن ينتفع به إن كان فقيراً. وعند الشافعية والحنابلة إذا لم يظهر صاحبه بعد التعريف والانتظار فلواجده أن يتملكه وينتفع به إلا أنه إذا ظهر صاحبه وجب عليه أن يرده له إن كان موجوداً ويعطيه قيمته إن لم يكن موجوداً. وعند المالكية إذا لم يظهر صاحبه فهو لبيت المال، وإن كان الكنز في أرض فتحها المسلمون قهراً، وإلا فيكون لواجده
Birinci olarak, İslami Hazine, içinde İslam sonrasına ait olduğuna dair bir işaret veya delil bulunan hazinedir. Bu, üzerinde Kur’an’dan bir ayet, İslami bir tarih veya Peygamber’in ismi gibi yazılar bulunması gibi işaretlerle anlaşılır. Bu tür hazinenin hükmü, sahibinin mülkü olarak kalmasıdır; yani bu hazine kamu malı sayılmaz ve üzerine el koymakla sahiplenilemez, devlete ne haraç ne de başka bir şey düşer. Hükmü, kaybolmuş eşya (lukata) gibidir ve bulan kişi onu ilan etmek zorundadır. Eğer mal sahibi ortaya çıkarsa, bulanın onu sahibine vermesi gerekir. Sahibin bulunamaması durumunda fıkıh âlimleri farklı görüşler ileri sürmüştür. Ebu Hanife’ye göre hazineyi bulan kişi, bunu fakirlere sadaka olarak verebilir ve eğer kendisi fakirse faydalanabilir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre, mal sahibi ortaya çıkmazsa bulan kişi hazinenin sahibi olur ve faydalanabilir; ancak mal sahibi çıkarsa, bulan kişi hazinenin kendisine verilmesi halinde onu sahibine iade etmekle yükümlüdür; hazinenin kendisi mevcut değilse, değerini vermelidir. Maliki mezhebine göre ise mal sahibi bulunmazsa hazine devletin (beytülmal) olur; eğer hazine, Müslümanlar tarafından zorla fethedilmiş bir toprakta ise bu hüküm geçerlidir, aksi halde hazine bulan kişiye aittir.
ثانياً : الكنز الجاهلي : وهو ما فيه علامة أو دلالة على أنه دفن قبل الإسلام كما لو وجدت عليه صورة وثن أو اسم حاكم من حكامهم أو عرف ذلك بدليل معقول.
وحكمه أن فيه الخمس لبيت المال أما الباقي فقال البعض إنه لواجده سواء أكان في أرض مملوكة أو غير مملوكة. وقال فريق آخر من الفقهاء إنما يكون الباقي لواجده إذا وجده في أرض غير مملوكة فإن كان قد وجده في أرض مملوكة لغيره فلا شيء له ولا لمالك الأرض الحالي، وإنما يكون لأول من ملك الأرض في الإسلام أو لورثته إن وجدوا وعرفوا، فإن لم يكن واحد من هؤلاء فيكون لبيت المال.
İkincisi: Câhiliye Hazinesi (İslam Öncesi Hazinesi)
Bu, üzerinde İslam’dan önce gömüldüğüne dair bir işaret veya delil bulunan hazinedir. Mesela bir put resmi, o dönemin bir hükümdarının ismi gibi işaretler taşıyorsa ya da aklen bu şekilde anlaşılmışsa, bu hazine câhiliye dönemine ait kabul edilir.
Bu tür bir hazinenin hükmü şudur: Hazine bulununca beşte biri (humus) beytülmal'e (devlet hazinesine) verilir. Geri kalan kısmı konusunda ise iki görüş vardır:
1. Birinci görüş: Geri kalan kısım, hazineyi bulan kişiye aittir; bu, ister mülk bir arazide ister sahipsiz (mubah) bir arazide bulunmuş olsun fark etmez.
2. İkinci görüş: Geri kalan kısım ancak sahipsiz bir arazide bulunmuşsa bulan kişiye aittir. Eğer hazine mülk bir arazide bulunmuşsa, ne bulan kişinin ne de mevcut arazi sahibinin bunda hakkı vardır. Bu durumda hazine, İslam döneminde bu arazinin ilk sahibi kim idiyse ona veya onun varislerine aittir. Eğer böyle biri bilinmiyor veya bulunamıyorsa, o zaman hazine beytülmal’e (devlet hazinesine) ait olur.
المطلب الرابع: إحياء الأرض الموات
۲۸۸ - الأرض الموات التي تملك بالإحياء، هي الأرض غير المملوكة لأحد، الخارجة عن العمران ولا يتعلق بها حق أحد ولا ينتفع بها لأي سبب كان. ويترتب على هذا التعريف ما يأتي :
Dördüncü Kısım: Mevât Arazinin İhyası
288 - Mevât arazi, başkasına ait olmayan, yerleşim alanı dışındaki, kimsenin üzerinde hakkı bulunmayan ve herhangi bir sebeple kendisinden yararlanılmayan arazidir. Bu tanımdan şu sonuçlar çıkar:
أولاً: الأرض المملوكة لا تكون مواتاً وإن كانت غير منتفع بها بأن تركها
صاحبها حتى صارت خربة مهجورة فلا تملك بالإحياء.
ثانياً: الأرض الداخلة في العمران لا تكون مواتاً فلا تملك بالإحياء؛ لأن
الشرط أن تكون خارجة عنه.
ثالثاً: الأرض المنتفع بها بأي وجه من وجوه الانتفاع لا تكون مواتاً، كالأرض
التي تعلق بها حق ارتفاق للقرية بأن تكون مستودعاً لقمامة القرية أو مسيلاً لمائها
أو محتطباً لها أو مرعى لأنعامها أو مناخاً لإبلها ونحو ذلك.
رابعاً: أما بعد الأرض عن العمران فهذا شرط عند بعض الفقهاء كأبي يوسف
وأحد القولين في المذهب الحنبلي وليس بشرط عن البعض الآخر من الفقهاء
كالشافعي وإحدى الروايتين عن أحمد بن حنبل. ووجهة الرأي الأول أن الأرض إذا
كانت قريبة من العمران كانت في مظنة الانتفاع بها لصلاحيتها لهذا الانتفاع فتنزل
في الحكم منزلة المنتفع بها فعلاً. أما وجهة الرأي الثاني فهي أن المعتبر في كون
الأرض مواتاً أو غير موات هو الانتفاع الفعلي بها وعدمه ولا تأثير لقربها أو بعدها
عن العمران. أما حد البعد على رأي مشترطيه فقد اختلفوا فيه وأولى ما قيل فيه
تركه للعرف كما هو مذهب الحنابلة والشافعية.
Birinci olarak: Mülkiyete konu olan bir arazi, sahibi onu terk edip harabe ve ıssız bir hale getirse bile, metruk (ölü toprak) sayılmaz ve ihya yoluyla mülk edinilemez.
İkinci olarak: Yerleşim alanı (imar) içinde bulunan bir arazi, metruk sayılmaz; bu nedenle ihya yoluyla mülk edinilemez. Çünkü ihya yoluyla mülk edinmenin şartı, arazinin yerleşim alanı dışında olmasıdır.
Üçüncü olarak: Herhangi bir şekilde faydalanılan arazi, metruk sayılmaz. Örneğin bir köyün çöplüğü, su yolu, odunluk alanı, hayvanlarının otlağı veya develerinin konaklama yeri olarak kullanılan bir arazi, köyün yararına bir irtifak hakkı taşıdığı için metruk değildir.
Dördüncü olarak: Arazinin yerleşim alanından uzak olması, bazı fakihler —örneğin Ebû Yûsuf ve Hanbelî mezhebinde bir görüş— için şarttır. Ancak bazı fakihler —örneğin Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen diğer bir rivayet— için bu bir şart değildir. Birinci görüşün gerekçesi şudur: Arazi yerleşime yakınsa, fiilen kullanılmasa da kullanım ihtimali olduğu için, fiilen kullanılan arazi hükmünde değerlendirilir. İkinci görüşe göre ise, bir arazinin metruk sayılıp sayılmayacağında esas olan şey fiilî faydalanma olup, yerleşime yakınlık veya uzaklık etkili değildir. Yerleşimden uzaklığın sınırı konusunda da, bu şartı kabul edenler arasında görüş ayrılığı vardır. En uygun görüş, Hanbelîler ve Şâfiîler tarafından benimsendiği üzere, bu meselenin örfe bırakılmasıdır.
٢٨٩ - والأرض الموات كما عرفناها مال مباح يملك بالاستيلاء عليه إلا أن هذا الاستيلاء لا يكون بوضع اليد فقط، بل بإحياء الأرض كما جاء في الحديث الشريف: (من أحيا أرضاً ميتة فهي له) فعلق التملك بالإحياء؛ لأنه مظهر الاستيلاء. والإحياء يكون بالقيام بعمل يجعل الأرض صالحة للانتفاع بها بالزراعة أو غيرها، أي: إن إحياء كل أرض يكون بتهيئتها للانتفاع الملائم لها، وذلك بإزالة المانع من تحصيل هذا الانتفاع. كإيصال الماء إلى الأرض الزراعية بحفر الآبار وشق الترع والجداول وتجفيف الماء إن كانت مغمورة به وإقامة السدود لمنع طغيان الماء وإصلاح التربة وتسميدها وقلع أحجارها وحرثها وجعلها بحال يمكن زرعها، أو إقامة البناء عليها ونحو ذلك من الأعمال التي تجعل الأرض منتفعاً بها. فلا يشترط عمل معين لتحقيق الإحياء، بل كل ما يعده العرف إحياء ويتحقق به الانتفاع من الأرض فهو إحياء، وهذا هو الرأي المقبول وعليه بعض الحنابلة والشافعية ويؤيده الحديث الشريف: (من أحيا أرضاً ميتة فهي له)، فالإحياء جاء مطلقاً غير مقيد بصفة معينة وما لم يحدده الشرع أو يعينه يصار في تعيينه إلى العرف
289 - Daha önce tanımladığımız üzere, metruk (ölü) arazi, mübah bir maldır; yani, üzerinde tasarruf edilmek suretiyle mülk edinilebilir. Ancak bu tasarruf (istîlâ), sadece el koymak ile olmaz; bilakis, toprağın ihyası (canlandırılması) yoluyla olur. Nitekim bu husus, şu hadis-i şerifte belirtilmiştir: "Her kim bir ölü araziyi ihya ederse, o arazi onundur." Bu hadis, mülk edinmeyi ihyaya bağlamıştır; çünkü ihya, istîlânın (mülkiyet tasarrufunun) açık bir göstergesidir.
İhya, bir arazinin ziraat vb. yollarla yararlanılabilir hale getirilmesi için yapılan fiilî bir çalışmadır. Yani her arazinin ihyası, o arazinin yapısına ve potansiyel kullanımına uygun şekilde faydalanmayı mümkün kılacak bir hazırlıkla olur. Bu da, o faydalanmayı engelleyen durumları ortadan kaldırmakla gerçekleşir.
Mesela:
Tarıma elverişli bir araziye su ulaştırmak için kuyu kazmak, kanal ve hendek açmak,
Eğer arazi su altında kalmışsa, suyunu boşaltmak,
Suyun taşkınlığını önlemek için setler inşa etmek,
Toprağı ıslah etmek, gübrelemek, taşlarını temizlemek, sürmek ve ekime hazır hale getirmek,
Ya da üzerine bina yapmak, inşa faaliyetlerinde bulunmak gibi, toprağı faydalı kılan her türlü amel, ihya sayılır.
Dolayısıyla, ihyanın gerçekleşmesi için belirli ve sabit bir eylem şart koşulmaz. Bilakis, örfün (toplumun genel kabulünün) ihya saydığı ve araziden faydalanmayı temin eden her türlü fiil, şer‘î anlamda ihya kabul edilir. Bu görüş, bazı Hanbelî ve Şâfiî fakihleri tarafından da benimsenmiş olup, şu hadis-i şerifle desteklenmektedir: "Her kim bir ölü araziyi ihya ederse, o arazi onundur." Hadiste ihya, herhangi bir nitelikle sınırlandırılmadan mutlak olarak zikredilmiştir. Şer‘î nas (delil) tarafından sınır konulmamış yahut belirli bir tanım verilmemiş konularda ise, belirleme yetkisi örfe bırakılır.
٢٩٠ - التحجير:
قلنا: إن تملك الموات یکون بالاستیلاء علیها، والا ستیلاء لا یکون إلا بإحيائها والإحياء لا يتم إلا بفعل من واضع اليد بجعل الأرض منتفعاً بها. وعلى هذا فما يقوم به مريد الإحياء من أعمال تمهيدية، لا تجعل الأرض منتفعاً بها، لا يعد إحياء كما لو أحاطها بأحجار أو وضع عليها علامات، فهذه الأفعال لا تعتبر إحياء وإنما تدل فقط على سبق وضع اليد عليها وتنبئ عن رغبة واضع اليد في إحيائها. وهذه الأفعال التمهيدية للإحياء هي التي يسميها الفقهاء (بالتحجير). ولا يترتب على التحجير ملك لصاحبه، لأن الملكية تثبت بالإحياء وليس التحجير بإحياء وإنما تمهيد له ليثبت له حق الأولوية بالإحياء فيكون أحق من غيره في إحيائها. وهذا الحق موقوف على ثلاث سنوات، فإن أحياها خلال هذه المدة فهي له وإن لم يحيها، بل أهملها نزعها منه الإمام وأعطاها لغيره؛ لأنه لا يصح إبقاء الأرض معطلة بيد المتحجر لا ينتفع بها ولا يدع غيره ينتفع بها. والأصل في إمهال المتحجر هذه المدة ما روي عن النبي:( ... من أحيا أرضاً ميتة فهي له وليس لمتحجر حق بعد ثلاث سنين). ويروى هذا الأثر منسوباً لعمر بن الخطاب دون النبي ولكن يحمل على سماعه منه.
290 - Tahcîr (Toprağa Sınır Koyma):
Dedik ki: Mevât (işlenmemiş, sahipsiz) araziye mülkiyet, onu ele geçirmekle olur. Ancak bu ele geçirme, yalnızca ihyâ (canlandırma, değerlendirme) ile mümkündür. İhyâ ise, el koyanın bizzat yaptığı bir fiille toprağı yararlı hâle getirmesiyle gerçekleşir. Buna göre, ihyâ etmek isteyen kimsenin yaptığı, fakat toprağı yararlı kılmayan hazırlık mahiyetindeki işler, ihyâ sayılmaz. Mesela, toprağı taşlarla çevirmesi veya üzerine işaretler koyması gibi. Bu tür fiiller, ihyâ olarak kabul edilmez; sadece kişinin daha önce toprağa el koyduğunu ve onu ihyâ etmek istediğini gösterir.
İhyâya hazırlık mahiyetindeki bu tür fiillere fakihler “tahcîr” adını verirler. Ancak tahcîr, kişiye mülkiyet kazandırmaz. Çünkü mülkiyet ancak ihyâ ile sabit olur. Tahcîr ise ihyâ sayılmaz, sadece ona hazırlıktır. Ancak bu kişiye, başkasına göre ihyâ etmeye öncelik hakkı kazandırır. Yani, o kimse başkasından önce bu araziyi ihyâ etme hakkına sahip olur.
Bu öncelik hakkı üç yıl süreyle geçerlidir. Eğer bu süre içinde araziyi ihyâ ederse, mülkiyet onun olur. Fakat ihyâ etmez, aksine onu boş bırakırsa, imam (devlet otoritesi) bu araziyi ondan alır ve başkasına verir. Çünkü toprağın, ne kendisinin yararlandığı ne de başkasına yararlandırdığı bir durumda boş bırakılması doğru değildir.
Mütehaccire (tahcîr yapan kişiye) bu üç yıllık sürenin verilmesinin aslı, Peygamber’den rivayet edilen şu hadistir:
“...Her kim bir ölü araziyi ihyâ ederse, o onundur. Üç yıldan sonra ise tahcîr edene bir hak yoktur.”
Bu rivayet bazen Peygamber’e değil, Hz. Ömer’e nispet edilerek de nakledilir. Ancak bu durum, Hz. Ömer’in bu sözü Peygamber'den işittiği şeklinde yorumlanır.
ولكن نتساءل هنا هل يعتبر حق المتحجر في إمهاله هذه المدة حقاً مانعاً للغير من تملك الأرض بالإحياء، بمعنى أن غيره لو أحياها فعلاً لم يملكها؟ رأيان للفقهاء: فذهب رأي إلى أنه حق أولوية في الإحياء لا يكسب ملكاً وتبقى الأرض لمن يحييها فعلاً، سواء أكان المحيي هو المتحجر أم غيره، وعلى هذا الرأي الشافعية وبعض الحنابلة والحنفية. وذهب رأي آخر إلى أن الأرض لا تملك بالإحياء من قبل الغير في هذه المدة لأن حق المتحجر في الأرض حق مانع للغير من إحيائها وتملكها بهذا السبب وحجة الرأي الأول أن سبب الملكية الإحياء لا التحجير، فمن قام به ثبت له الملك لأنه مادام المتحجر لم يحيها بعد فهي على الإباحة. وحجة الرأي الثاني ما روي عن النبي ﷺ: من أحيا أرضاً ميتة في حق غير مسلم فهي له وما روي عنه : من سبق إلى ما لم يسبق إليه مسلم فهو أحق به. فهذا يدل على أن حق المتحجر في الأرض مانع للغير من تملكها بالإحياء طيلة المدة المقررة له وهي ثلاث سنوات.
Ancak burada şu soruyu sormaktayız: Acaba, tahcîr yapan kişinin bu üç yıllık süre boyunca sahip olduğu hak, başkasının o araziyi ihyâ ederek mülk edinmesini engelleyen bir hak mıdır? Yani, başka biri bu araziyi fiilen ihyâ etse bile ona mülkiyet kazandırmaz mı? Fakihler arasında bu konuda iki farklı görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre, tahcîr yapan kişinin hakkı sadece ihyâya öncelik hakkıdır ve mülkiyet kazanmaz. Dolayısıyla, araziyi fiilen ihyâ eden kimse—ister tahcîr yapan kişi ister başkası—mülkiyeti elde eder. Bu görüş, Şâfiîler, bazı Hanbelîler ve Hanefîler tarafından benimsenmiştir.
İkinci görüşe göre ise, üç yıl süresince başka birinin o araziyi ihyâ etmesiyle mülkiyet kazanması mümkün değildir. Çünkü tahcîr yapan kişinin hakkı, başkasının o araziyi ihyâ edip mülk edinmesini engelleyen bir haktır. Yani bu süre zarfında başkası araziyi ihyâ etse de mülkiyet elde edemez. Birinci görüşün delili, mülkiyetin sebebinin ihyâ olduğu, tahcîrin ise sadece ona hazırlık olduğu yönündedir. İkinci görüşün delili ise, Peygamber Efendimiz'den rivayet edilen şu sözlere dayanmaktadır: “Her kim, başkasının hakkı olmayan bir ölü araziyi ihyâ ederse, o onundur.” Ayrıca, “Bir Müslüman'ın önceden sahiplenmediği bir şeye kim önce ulaşırsa, o ona daha layıktır” şeklindeki rivayetler, tahcîr yapan kişinin üç yıl boyunca o arazi üzerinde hak sahibi olduğunu ve başkasının o araziyi ihyâ ederek mülkiyet kazanmasının engellendiğini gösterir.
٢٩١ - إذن الإمام بالإحياء: قلنا إن إحياء الأرض سبب لتملك الأرض الموات. ولكن هل يشترط فيه إذن الإمام (الحكومة) أم لا؟ ذهب فريق من الفقهاء إلى أن إذن الإمام بالإحياء شرط لتملك الأرض. فلو أحياها بدون إذن الإمام لم يملكها، وعلى هذا الرأي أبو حنيفة والجعفرية على ما يذكره الطوسي عنهم. وذهب فريق آخر إلى أنه ليس بشرط، فالموات تصير ملكاً لمن يحييها سواء كان الإحياء بإذن الإمام أو بغير إذنه، وعلى هذا الرأي الشافعي وأحمد ابن حنبل وأبو يوسف ومحمد بن الحسن الشيباني. احتج الأولون بأن الإحياء بدون إذن الإمام قد يدعو إلى الخصام والنزاع فلا بد من الإذن لدفع هذا الفساد. كما احتجوا برواية عن النبي ﷺ: ليس للمرء إلا ما طابت به نفس إمامه وإنما تطيب نفسه إذا أذن له. واحتج الآخرون بعموم الحديث : من أحيا أرضاً ميتة فهي له وليس فيه شرط الإذن من الإمام فلا يصح اشتراطه. والظاهر من هذا الخلاف أن إذن الإمام ليس بشرط لعدم وروده في الحديث : من أحيا أرضاً ... الخ، وهو حديث أصح سنداً من الأول. إلا أنه إذا كان هناك تنازع أو ضرر فيبدو أن الإذن يلزم في هذه الحالة عملاً بحديث : وليس لعرق ظالم حق.
291 - İmamın (Devletin) İhyâya İzni:
Daha önce, ölü arazinin (muvât) ihyâ edilmesinin ona mülkiyet kazandıran bir sebep olduğunu söylemiştik. Ancak burada şu sorulmaktadır: Bu mülkiyetin gerçekleşmesi için imamın (yani devletin) izni şart mıdır, değil midir?
Fakihlerin bir kısmı, imamın ihyâya izninin şart olduğunu söylemiştir. Buna göre, eğer bir kimse imamın izni olmadan araziyi ihyâ ederse, o araziyi mülk edinemez. Bu görüş, Ebû Hanîfe’ye ve Ca‘ferî mezhebine aittir; Ca‘ferîler adına bu görüşü Tûsî nakletmektedir.
Diğer bir grup fakih ise imamın izninin şart olmadığını söylemiştir. Bu görüşe göre, bir kimse ister imamın izniyle ister izinsiz olarak ihyâ etsin, ölü araziyi ihyâ eden kişi ona malik olur. Bu görüş, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye aittir.
İzin şart olduğunu savunanlar, imamın izni olmadan yapılan ihyânın ihtilaf ve anlaşmazlıklara yol açabileceğini, bu tür bozulmaları engellemek için izin şartı gerektiğini savunmuşlardır. Ayrıca şu rivayeti delil getirmişlerdir: “Kişinin ancak imamının gönül rızasıyla verdiği şey üzerinde hakkı vardır; imam da ancak izin verirse gönül rızası göstermiş olur.”
Öte yandan, imamın iznini şart görmeyenler, şu genel hadisi delil olarak getirmişlerdir: “Her kim bir ölü araziyi ihyâ ederse, o onundur.” Bu hadiste imamın izninin şart koşulmadığına dikkat çekerler ve bu nedenle böyle bir şartın ileri sürülemeyeceğini savunurlar.
Bu ihtilaftan anlaşılan şudur ki: Görünüşe göre imamın izni şart değildir; çünkü “Her kim bir ölü araziyi ihyâ ederse, o onundur” hadisi hem daha sahih bir senede sahiptir hem de izni şart koşmamaktadır. Ancak eğer ihyâ işlemi birtakım anlaşmazlıklara veya zararlara yol açacaksa, bu durumda imamın izni gerekir. Bu da “Zulmeden bir kimsenin toprağında hakkı yoktur” anlamındaki hadis gereğince anlaşılmaktadır.
۲۹۲ - حكم الأرض بعد تركها أو تعطيلها :
إذا أحيا شخص أرضاً مواتاً فتملكها ثم هجرها وعطلها حتى عادت مواتاً فهل تزول عنه ملكيتها وتعود مالاً مباحاً أم تبقى ملكاً له؟
اختلف الفقهاء في هذه المسألة. وجملة القول فيها إن الأرض إن كانت لمعين فهي تبقى على ملك صاحبها فلا تملك بالإحياء وهذا قول الحنابلة والشافعي وأبي حنيفة. وقال مالك، بل تصير مالاً مباحاً فتملك بالإحياء. احتج الأولون بأن الإحياء لا يجري في الأرض المملوكة وهذه أرض مملوكة ثبت ملكها بسبب مشروع فلا يزول عنها الملك بالترك والتعطيل كسائر الأملاك الثابتة بالشراء. واحتج الإمام مالك بعموم الحديث: من أحيا أرضاً ميتة فهي له، وهذه أرض ميتة حقيقة فيجري فيها الإحياء، وبأن أصل هذه الأرض مال مباح تملكها صاحبها بالإحياء لينتفع بها وينتفع الآخرون بإحيائها فإذا عطلها عادت إلى حالتها الأولى من الإباحة كمن يأخذ ماء من نهر ثم يرده إليه فإنه يعود مباحاً.
292 - Bir Arazinin Terk Edilmesi veya Kullanımının Durdurulması Durumunda Hükmü:
Bir kimse ölü (işlenmemiş) bir araziyi ihyâ edip mülkiyetini elde ettikten sonra, o araziyi terk eder ve kullanmazsa, yani arazi tekrar ölü hale dönerse, bu durumda mülkiyeti sona erer mi? Arazi tekrar herkesin kullanabileceği bir mal (ibâha) haline mi gelir, yoksa mülkiyeti devam eder mi?
Fakihler bu meselede ihtilaf etmişlerdir. Özetle denebilir ki, eğer arazi belli bir şahsa ait olmuşsa, onu terk etse ve kullanmasa bile mülkiyeti devam eder, başkası onu ihyâ ederek sahip olamaz. Bu, Hanbelîler, Şâfiî, ve Ebû Hanîfe’nin görüşüdür.
İmam Mâlik ise şöyle der: Arazi bu durumda tekrar ibâha kapsamına girer, yani herkesin mülk edinmesine açık hale gelir ve onu yeniden ihyâ eden kimse mülkiyet kazanabilir.
İlk görüş sahipleri, “mülkiyet bir kere meşru bir sebeple sabit olduysa, terk ve kullanımın durmasıyla sona ermez” derler. Tıpkı satın alma yoluyla elde edilen mülkiyet gibi, terk edilse bile sona ermez. Ayrıca, mülkiyete konu olan bir arazide ikinci kez ihyâ işlemi geçerli olmaz.
İmam Mâlik’in delili ise şu genel hadistir: “Her kim bir ölü araziyi ihyâ ederse, o onundur.” Ona göre, artık bu arazi gerçekten de ölü hale gelmiştir, dolayısıyla yeniden ihyâya konu olabilir. Ayrıca bu tür arazilerin aslında ibâha kapsamında olduğu, ilk sahibinin sadece faydalanmak üzere ona malik olduğu, eğer o kişi onu terk ederse, arazinin eski haline yani ibâhaya döneceği söylenir. Bu, bir kimsenin nehirden su alıp sonra onu tekrar nehre döndürmesi gibi olur; su nasıl tekrar ibâha kapsamına girerse, arazi de öyle olur.
أما إذا كانت الأرض لغير معين أي غير معروف ففي المذهب الحنبلي قولان : الأول أنها لا تصير مالاً مباحاً فلا تملك بالإحياء، وهذا قول الشافعي أيضاً. وعلى هذا فإنها تكون لبيت المال إرثاً. والقول الثاني في المذهب الحنبلي إنها تعود مالاً مباحاً فتملك بالإحياء تشبيهاً لها بالموات التي لم يجر عليها ملك وبأن هذه الأرض لا حق لأحد معين فيها، وهذا قول الإمام مالك وأبي حنيفة
Eğer arazi belli bir şahsa ait değilse, yani sahibi bilinmiyor ve belirli değilse, Hanbelî mezhebinde bu konuda iki görüş vardır:
Birinci görüşe göre, böyle bir arazi tekrar ibâha kapsamına girmez; yani herkesin yeniden ihyâ ederek mülk edinebileceği bir mal haline gelmez. Bu, Şâfiî’nin görüşüdür. Bu görüşe göre, arazi kamu malı (Beytülmâl) olur ve miras gibi oraya intikal eder.
İkinci görüşe göre ise, böyle bir arazi tekrar ibâha kapsamına girer ve onu ihyâ eden kişi mülkiyet hakkı elde eder. Çünkü bu arazi, daha önce hiç kimsenin mülkü olmamış ölü arazilere benzetilir. Ayrıca bu arazide artık herhangi bir kişinin belirli bir hakkı kalmamıştır. Bu görüş, İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye aittir.