
Nesefi Tefsiri
وَهَذَا عِلْمٌ تَوقِيفِيٌّ، لَا مَجَالَ لِلقِيَاسِ فِيهِ، كَمَعْرِفَةِ السُّوَرِ، وَيُوقَفُ عَلَى جَمِيعِهَا وَقْفَ التَّمَامِ، إِذَا حُمِلَتْ عَلَى مَعْنًى مُسْتَقِلٍّ غَيْرِ مُحْتَاجٍ إِلَى مَا بَعْدَهُ، وَذَٰلِكَ إِذَا لَمْ تُجْعَلْ أَسْمَاءً لِلسُّوَرِ، وَنُعِقَ بِهَا كَمَا يُنْعَقُ بِالأَصْوَاتِ، أَوْ جُعِلَتْ وَحْدَهَا أَخْبَارَ ابْتِدَاءٍ مَحْذُوفٍ، كَقَوْلِهِ: ﴿الم﴾، أَيْ: هَذِهِ ﴿الم﴾، ثُمَّ ابْتَدَأَ فَقَالَ: ﴿اللَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ﴾.
Bu, tevkîfî bir ilimdir; bunda kıyasa yer yoktur, tıpkı sûrelerin bilinmesi gibi. Eğer bu ifadeler bağımsız bir anlam taşıyor ve kendisinden sonrasına ihtiyaç duymuyorsa, o zaman bu harflerin tümünde "vakf-ı temâm" (tam durak) yapılır. Bu ise, söz konusu edilen bu harflerin sûre isimleri olarak değerlendirilmemesi hâlinde olabilir. Yani tıpkı diğer harflerin söylendiği gibi bunlarla da gereken mana seslendirilirse olabilir. Veya bunların hepsinin mahzûf birer mübtedanın haberleri kabul edilmeleri hâlinde olabilir. Örneğin, Allah’ın şu sözündeki gibi: "الم" (Elif. Lâm. Mîm.) ifadesi, "Bu Elif. Lâm. Mîm.’dir." şeklinde bir anlam taşır. Sonra yeni bir cümleyle başlar ve der ki: "Allah’tan başka ilah yoktur; O, Hayy (diri) ve Kayyûm (her şeyin ayakta tutanı)'dur."
وَلِهَذِهِ الْفَوَاتِحِ مَحَلٌّ مِنَ الإِعْرَابِ فِيمَنْ جَعَلَهَا أَسْمَاءً لِلسُّوَرِ، لِأَنَّهَا عِنْدَهُ كَسَائِرِ الأَسْمَاءِ الأَعْلَامِ، وَهُوَ الرَّفْعُ عَلَى الِابْتِدَاءِ، أَوِ النَّصْبُ، أَوِ الْجَرُّ لِصِحَّةِ الْقَسَمِ بِهَا، وَكَوْنِهَا بِمَنْزِلَةِ «اللَّهِ» وَ«وَاللهِ» عَلَى اللُّغَتَيْنِ. وَمَنْ لَمْ يَجْعَلْهَا أَسْمَاءً لِلسُّوَرِ، لَمْ يَتَصَوَّرْ أَنْ يَكُونَ لَهَا مَحَلٌّ فِي مَذْهَبِهِ، كَمَا لَا مَحَلَّ لِلْجُمْلَةِ الْمُبْتَدَأَةِ.
Bu harfleri sûrelerin isimleri olarak kabul edenlere göre bunların ayrıca i'rabtan mahalleri de vardır. Çünkü, bu görüşü ileri sürenler açısından bunlar da tıpkı diğer özel isimler gibidir. Dolayısıyla bunlar ya mübteda olarak merfû' kabul edilirler veya bunlarla yemin etmek (and içmek) sahih olduğundan ya mahallen mensûb ya da mecrûr olurlar. Çünkü bunlar sanki, “Allah'a” (yemin olsun ki) ya da “Vallahi” demek gibidir (o anlamdadır).
Yani, iki şekildeki değerlendirmeden birine göre, cer edatının hazfi ile, mensûb olarak “Allah'a” denir ki, “Allah'a yemin ederim ki...” takdirindedir. Ya da cer edatının izmârı (gizlenmesi, söylenmemesi) ile mecrûrdur, “Vallahi” gibi.
Bu harfleri bulundukları sûrelerin ismi olarak kabul etmeyenlere göre ise bunların i'rabtan bir mahallerinin olabileceği zaten düşünülemez. Tıpkı i'rabtan mahalli olmayan ibtidaiyye cümlesi gibi.
{ذَلِكَ الْكِتَابُ} أَي ذَلِكَ الْكِتَابُ الَّذِي وُعِدَ بِهِ عَلَى لِسَانِ مُوسَى وَعِيسَى عَلَيْهِمَا السَّلَامُ، أَوْ ذَلِكَ إِشَارَةٌ إِلَى «الم». وَإِنَّمَا ذُكِّرَ اسْمُ الإِشَارَةِ وَالْمُشَارُ إِلَيْهِ مُؤَنَّثٌ، وَهِيَ السُّورَةُ، لِأَنَّ «الْكِتَابَ» إِنْ كَانَ خَبَرَهُ، كَانَ «ذَلِكَ» فِي مَعْنَاهُ وَمُسَمَّاهُ، فَجَازَ إِجْرَاءُ حُكْمِهِ عَلَيْهِ بِالتَّذْكِيرِ وَالتَّأْنِيثِ. وَإِنْ كَانَ صِفَتَهُ، فَالإِشَارَةُ بِهِ إِلَى الْكِتَابِ صَرِيحًا، لِأَنَّ اسْمَ الإِشَارَةِ مُشَارٌ بِهِ إِلَى الْجِنْسِ الْوَاقِعِ صِفَةً لَهُ، تَقُولُ: "هِنْدٌ ذَلِكَ الإِنسَانُ" أَوْ "ذَلِكَ الشَّخْصُ فَعَلَ كَذَا". وَوَجْهُ تَأْلِيفِ {ذَلِكَ الْكِتَابُ} مَعَ «الم» إِنْ جَعَلْتَ «الم» اسْمًا لِلسُّورَةِ: أَنْ يَكُونَ «الم» مُبْتَدَأً، وَ«ذَلِكَ» مُبْتَدَأً ثَانِيًا، وَ«الْكِتَابُ» خَبَرَهُ، وَالْجُمْلَةُ خَبَرٌ لِلْمُبْتَدَإِ الأَوَّلِ، وَمَعْنَاهُ: أَنَّ ذَلِكَ هُوَ الْكِتَابُ الْكَامِلُ، كَأَنَّ مَا عَدَاهُ مِنَ الْكُتُبِ فِي مُقَابَلَتِهِ نَاقِصٌ، كَمَا تَقُولُ: "هُوَ الرَّجُلُ"، أَيْ: الْكَامِلُ فِي الرُّجُولِيَّةِ، الْجَامِعُ لِمَا يَكُونُ فِي الرِّجَالِ مِنْ مَرْضِيَّاتِ الْخِصَالِ. وَأَنْ يَكُونَ «الم» خَبَرَ مُبْتَدَإٍ مَحْذُوفٍ، أَيْ: «هَذِهِ الم»، جُمْلَةٌ، وَ{ذَلِكَ الْكِتَابُ} جُمْلَةٌ أُخْرَى. وَإِنْ جَعَلْتَ «الم» بِمَنْزِلَةِ الصَّوْتِ، كَانَ «ذَلِكَ» مُبْتَدَأً، وَ«الْكِتَابُ» خَبَرَهُ، أَيْ: ذَلِكَ الْكِتَابُ الْمُنَزَّلُ هُوَ الْكِتَابُ الْكَامِلُ.
“Zâlikel kitâb (İşte o kitap)” ifadesiyle ya Mûsâ ve Îsâ (aleyhimesselâm) diliyle müjdelenmiş olan kitap kastedilmiştir ya da bu ifade, “Elif-Lâm-Mîm”e işaret etmektedir. İşaret ismi olan “zâlike” müzekker (eril) olarak gelmişken, işaret edilen unsur olan “sûre” müennes (dişil) olmasına rağmen bu ifade kullanılabilmiştir. Çünkü “kitâb” kelimesi, ya “zâlike”nin haberi olarak alınır ki o zaman “zâlike”, “kitap” anlamını taşıdığı için, müzekker olarak gelmesi doğaldır. Böylece anlam ve ad açısından “zâlike” ile “kitap” özdeşleşir; bu durumda müzekkerlik/dişillik hükmü uygulanabilir.
Eğer “kitap” kelimesi “zâlike”nin sıfatı olarak alınırsa, burada “zâlike” doğrudan kitap cinsine yönelik bir işarettir. Bu kullanım, “Hind şu kişidir” ya da “Şu kişi şöyle yaptı” gibi ifadelerde de benzer şekilde olur. “Zâlikel kitâb” ifadesinin “Elif-Lâm-Mîm” ile bağlantısı şu şekilde açıklanabilir: Eğer “Elif-Lâm-Mîm” sûre ismi kabul edilirse, bu ifade bir mübteda (başlangıç) olur, “zâlike” ikinci bir mübteda olur ve “kitâb” onun haberi olur. Ortaya çıkan bu cümle, ilk mübteda olan “Elif-Lâm-Mîm”in haberi olur.
Böylece cümle şu anlama gelir: “İşte o kitap (yani bu Kur’an), tam ve eksiksiz olan kitaptır.” Sanki diğer kitaplar, onun karşısında eksik kalmaktadır. Bu tıpkı “O, adamdır” dediğimizde, adamlık vasıflarının tümünü taşıyan kişiyi kastetmemiz gibi olur. Bir diğer ihtimalle, “Elif-Lâm-Mîm” gizli bir mübtedanın (mesela: “Bu Elif-Lâm-Mîm’dir”) haberi olur. Böylece bu cümle tek başına kalır ve “Zâlikel kitâb” ifadesi de ondan bağımsız başka bir cümle olur. Eğer “Elif-Lâm-Mîm” ses benzeri bir nida olarak görülürse, “zâlike” mübteda, “kitâb” onun haberi olur. Bu durumda da anlam şöyle olur: “İşte o indirilen kitap, gerçek ve eksiksiz olan kitaptır.”
Metinde birkaç farklı gramatik yapı ihtimali sunuluyor:
- “الم” mübteda, “ذَلِكَ الْكِتَابُ” onun haberi olabilir.
- “ذَلِكَ” mübteda, “الْكِتَابُ” onun haberi olabilir.
- “الم” bir ses (lafız) olarak görülüp cümle dışı tutulabilir.
{لَا رَيْبَ} لَا شَكَّ، وَهُوَ مَصْدَر: رَابَنِي إِذَا حَصَلَ فِيكَ الرَّيْبَةُ، وَحَقِيقَةُ الرَّيْبَةِ قَلَقُ النَّفْسِ وَاضْطِرَابُهَا، وَمِنْهُ قَوْلُهُ ﷺ: «دَعْ مَا يُرِيبُكَ إِلَى مَا لَا يُرِيبُكَ»، فَإِنَّ الشَّكَّ رَيْبَةٌ، وَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، أَيْ: فَإِنَّ كَوْنَ الأَمْرِ مَشْكُوكًا فِيهِ مِمَّا تَقْلَقُ لَهُ النَّفْسُ وَلَا تَسْتَقِرُّ، وَكَوْنَهُ صَحِيحًا صَادِقًا مِمَّا تَطْمَئِنُّ لَهُ وَتَسْكُنُ. وَمِنْهُ: رَيْبُ الزَّمَانِ، وَهُوَ مَا يُقْلِقُ النُّفُوسَ وَيُشَخِّصُ بِالْقُلُوبِ مِنْ نَوَائِبِهِ. وَإِنَّمَا نَفَى الرَّيْبَ عَلَى سَبِيلِ الاِسْتِغْرَاقِ، وَقَدِ ارْتَابَ فِيهِ كَثِيرٌ، لِأَنَّ الْمَنْفِيَّ كَوْنُهُ مُتَعَلِّقًا لِلرَّيْبِ وَمَظِنَّةً لَهُ، لِأَنَّهُ مِنْ وُضُوحِ الدَّلَالَةِ وَسُطُوعِ الْبُرْهَانِ بِحَيْثُ لَا يَنْبَغِي لِمُرْتَابٍ أَنْ يَقَعَ فِيهِ، لَا أَنَّ أَحَدًا لَا يَرْتَابُ. وَإِنَّمَا لَمْ يَقُلْ: لَا فِيهِ رَيْبٌ كَمَا قَالَ: لَا فِيهَا غَوْلٌ،
لِأَنَّ الْمُرَادَ فِي إِيلَاءِ الرَّيْبِ حَرْفَ النَّفْيِ: نَفْيُ الرَّيْبِ عَنْهُ وَإِثْبَاتُ أَنَّهُ حَقٌّ لَا بَاطِلٌ، كَمَا يَزْعُمُ الْكُفَّارُ، وَلَوْ أُولِيَ الظَّرْفُ لَقُصِدَ إِلَى مَا يَعْدِلُ عَنِ الْمُرَادِ، وَهُوَ أَنْ كِتَابًا آخَرَ فِيهِ رَيْبٌ لَا فِيهِ، كَمَا قُصِدَ فِي قَوْلِهِ تَعَالَى: لَا فِيهَا غَوْلٌ، فَفِيهِ تَفْضِيلُ خَمْرِ الْجَنَّةِ عَلَى خُمُورِ الدُّنْيَا بِأَنَّهَا لَا تُغْتَالُ الْعُقُولُ كَمَا تُغْتَالُهَا هِيَ.
وَالْوَقْفُ عَلَى: فِيهِ، هُوَ الْمَشْهُورُ، وَعَنْ نَافِعٍ وَعَاصِمٍ أَنَّهُمَا وَقَفَا عَلَى: رَيْبَ، وَلَابُدَّ لِلْوَاقِفِ مِنْ أَنْ يَنْوِيَ خَبَرًا، وَالتَّقْدِيرُ: لَا رَيْبَ فِيهِ.
{Lâ raybe}, yani “onda hiçbir şüphe yoktur.” Buradaki “rayb” kelimesi masdardır. Sende şüphe hasıl olduğunda رَابَنِي dersin.Gerçekte ise bu, insanda ruh bozukluğu ve bundan doğan bir ısdıraptır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, seni şüpheye düşürmeyene yönel.” Öyleyse bir şeyde şüphe bulunuyorsa, ondan dolayı insan rahatsızlık duyar, manen huzur bulamaz, kendisinde istikrar ya da kararlılık bulunamaz. Eğer bir şey de sahih yani sağlıklı ve doğru ise, nefis (ruh) bunda huzur bulur, tatmin olur ve sükunet kazanır..
Nitekim“Reybü’z-zamân” (zamanın şüphesi) tabiri de, zamanın getirdiği sıkıntılar ve felaketler sebebiyle insanın iç huzurunun bozulmasını ifade eder. Burada “şüphe yoktur” ifadesi, genel kapsamlı (istigrakî) bir olumsuzlamadır. Halbuki, kuşkulananlar oldukça fazladır. Burada nefyedilen, yani kabul edilmeyen husus, bunun “rayb” taallûk etmesi olayıdır. Bunda bir şüphenin var edildiği zannıdır ki, red olunan budur. Zira bu, açık bir şekilde görülmektedir, delil (burhan) açısından bir kapalılık yok, netlik vardır. Öyle ki, herhangi bir kuşkucunun böyle bir şüphenin içine düşmesi, bundan işkillenmesi doğru değildir. Aynı zamanda bu, hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği manasında da değildir. Dikkat edilirse âyette, “لَا فِيهِ رَيْبٌ - Yoktur bunda şüphe” demedi yani, “Cennette içilen şarapta bir sersemletme yoktur.” Saffât, 47. âyetindeki gibi bir ifade taşımamaktadır.
Burada, “rayb” kelimesine nefıy (olumsuzluk) edatının eklenmesi, Kur'ân'da herhangi bir kuşkulanma durumunun var olmadığını açıklamak içindir.Bir de Kur'ân’ın, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi bâtıl bir kitap değil Hak bir kitap olduğunu ispat etmek içindir. Şayet nefıy (olumsuzluk) edatı olan (لَا) harfi (رَيْبَ) kelimesiyle değil de, zarf olan, (فِيهِ) ile beraber, (لَا فِيهِ) şeklinde gelmiş olsaydı maksadı anlatmaktan gerçekten uzak olacaktı. Bu da şöyle bir anlam ifade ederdi:
“Bunda değil ama bir başka kitapta şüphe var.”
Yani tıpkı, (.......) Saffât, 47. âyetindeki ifadeye benzer bir mana çıkardı.
Yani, “Cennette içilen içkide, dünyadakilerde olduğu gibi bir sersemletme yoktur.” Çünkü burada demek istenen şey zaten budur. Cennet şarabının ya da içkisinin dünyadaki içkilerden üstün olduğunu göstermektir. Çünkü biri akılları giderirken, sarhoş ederken, diğerinde böyle bir durum yoktur.
Kırâat ilmine göre meşhur olan, (فيه)üzerinde durmaktır (vakfetmektir). Ancak kırâat imâmlarından Nâfi' ile Âsım (ريب) üzerinde vakfetmişlerdir.
Burada vakfeden (okurken duran) bir okurun mutlaka, içinden bir habere niyet etmesi, yani bunun için bir haber düşünmesi gerekir ve (لَا رَيْبَ فِيهِ) şeklinde takdir edilir.