
Fıkıh Usûlü
المقدمة
مأخوذة من مقدمة الجيش للجماعة المتقدمة منه، من "قدم" بمعنى "تقدم". حده (۱) وغايته (۲) وموضوعه (۳). فمقدمة العلم ما تتوقف عليه مسائله، كمعرفة حده. ومقدمة الكتاب هي طائفة من كلامه قُدِّمت أمام المقصود لارتباطٍ له، وانتفاعٍ بها فيه، سواء توقفت عليه أو لا. وقيل: المقدمة ما يتوقف عليه المقصود، والخاتمة ما لا يتوقف عليه، في بعض التعريفات المهمة في هذا الفن
Mukaddime (Giriş)
Mukaddime, ordunun ileri gelen kısmı olan "mukaddemetü’l-ceyş"ten alınmıştır; bu da "قدم" kökünden türeyip "ileriye gitmek" anlamına gelir. Mukaddimenin tanımı, gayesi ve konusu vardır. İlmin mukaddimesi, o ilmin meselelerinin üzerine bina edildiği şeylerdir; örneğin, ilmin tanımını bilmek gibi. Kitabın mukaddimesi ise, maksat olan asıl konudan önce getirilen ve onunla bir bağlantısı bulunan, ondan faydalanılan bir kelâm topluluğudur; bu fayda ister maksat ona bağlı olsun ister olmasın. Bir görüşe göre: Mukaddime, maksadın gerçekleşmesi için gerekli olan şeydir; sonuç (hâtime) ise maksadın gerçekleşmesi için gerekli olmayan şeydir. Bu, bu ilim dalında (usûlü’l-fıkıh) önemli olan bazı tanımlarda dile getirilmiştir.
اعلم أن الأحكام الشرعية منها ما يتعلق بالاعتقادات ويسمى أصلية واعتقادية، ومنها ما يتعلق بكيفية العمل، ويسمى فرعية وعملية، فسموا ما يفيد معرفة الأحكام العملية عن أدلتها التفصيلية بالفقه
Bil ki şer‘î (dine ait) hükümlerden bir kısmı inançlarla ilgilidir; bunlara "asli" (temel) ve "itikadî" (inançla ilgili) denir. Bir kısmı da amel etme şekliyle ilgilidir; bunlara ise "fer‘î" (tali) ve "amelî" (uygulamalı) denir. Bu nedenle, amelî hükümlerin tafsili delillerinden (ayrıntılı delillerinden) bilinmesini sağlayan bilgiye "fıkıh" adı verilmiştir.
ومعرفة ما يفيد أحوال الأدلة إجمالاً في إفادتها الأحكام بأصول الفقه، فاحتيج إلى تعريف الأصل أولاً، فقال:يبتنى على الأصل، أي: المقصود في هذا الفن ما يُبتنى عليه غيره. فالابتناء شامل للابتناء الحسي، وهو ظاهر، والابتناء العقلي، وهو ترتب الحكم على دليله، من حيث يبتنى عليه - لا بد من هذا القيد، إذ رُبّ أصل لا يُبتنى عليه غيره، كما أن هذه الأصول تبتنى على علم التوحيد، فإنها بهذا الاعتبار فرع، والفرع ما يبتنى على غيره
Delillerin hüküm ifade etme yönünden durumlarını genel olarak bilmek, usûl-i fıkıh ilmindendir. Bu nedenle, önce “asıl”ın tanımına ihtiyaç duyulmuştur. Bunun üzerine şöyle denildi:
“Asıl üzerine bina edilir.” Yani bu ilimde kastedilen şey, başka bir şeyin üzerine kurulduğu unsurdur. “Bina edilme” hem duyusal (hissî) bina etmeyi kapsar ki bu açıktır, hem de aklî bina etmeyi kapsar; bu da bir hükmün, deliline bağlı olarak oluşmasıdır.
- Ancak bu noktada şu kayıt mutlaka gereklidir: “Deliline bina edilme yönünden”. Çünkü bazen bir asıl olur ki, üzerine hiçbir şey bina edilmez.
Tıpkı bu usûl ilkelerinin tevhid ilmine bina edilmesi gibi. Bu açıdan bakıldığında usûl bilgileri fer‘dir. Çünkü fer‘, başka bir şeye bina edilendir.
- Usûl-i fıkıh, delillerin hüküm çıkarma yönünden genel durumlarını inceleyen ilimdir.
- Bu nedenle önce "asıl" kavramı açıklanmıştır: Asıl, üzerine başka bir şeyin kurulduğu temel unsurdur.
- “Bina edilme” iki türlüdür: Hissî bina: Fiziksel kurulum (örneğin bir binanın temeli gibi). Aklî bina: Bir hükmün, deliline dayanarak var olması.
- Her asıl, üzerine bir şey bina edilen yapıda değildir. Bu yüzden “deliline bina edilme yönünden” kaydı önemlidir.
- Usûl ilmi, tevhid ilmine dayandığı için bu açıdan fer‘ (türemiş bilgi) sayılır.
والشرع في اللغة عبارة عن البيان والإظهار، يقال: "شرع الله كذا"؛ أي: بينه وأظهره وجعله طريقاً ومذهباً. (ما بينه الله تعالى لعباده من الدين) فيكون بمعنى المشروع، والمراد به: الأحكام الفرعية، فيكون مرادفاً للفقه. وأصوله: أي أصول الشرع: الكتاب، قُدِّم لأنه حجة من كل وجه. والسنة: أُلحقت به لأنها ثابتة به.والإجماع: أُخر لتوقف حجيته عليهما. والقياس: أُخر عن الكل لانحطاط رتبته، لأنه أصل بالنسبة إلى حكمه، فرع بالنسبة إلى الثلاثة؛ لأنه مستنبط منها. حتى قيد فخر الإسلام بقوله: "المستنبط من الأصول الثلاثة"، احترازاً عن القياس العقلي. يجيء بيان كل في محله، إن شاء الله تعالى
"Şer‘" kelimesi, dil açısından açıklamak ve ortaya koymak demektir. “Allah bir şeyi şer‘ kıldı” denilir; yani onu açıkladı, ortaya koydu ve bir yol, bir yöntem hâline getirdi.
(Allah Teâlâ’nın kulları için dinden açıkladığı şey) anlamına gelir. Bu durumda meşrû kılınan şey anlamındadır. Burada kastedilen ise fer‘î hükümlerdir; böylece fıkıh ile eşanlamlı olur.
Onun (şer‘in) asılları (temel kaynakları):
Kitap (Kur’an): Öne alınmıştır; çünkü her yönden hüccettir (bağlayıcı bir delildir).
Sünnet: Kur’an’a dayandığı için ona eklenmiştir.
İcmâ‘ (ittifak): Kur’an ve Sünnet’e dayandığı için onlardan sonra zikredilmiştir.
Kıyâs: Bütün delillerin en sonuna bırakılmıştır; çünkü derece bakımından daha aşağıdadır. Çünkü hükmüne göre asıl kabul edilirken, diğer üçüne (Kur’an, Sünnet, İcmâ‘) göre fer‘dir; çünkü onlardan türetilmiştir.
Bu nedenle Fahru’l-İslâm (Pezdevî) şöyle diyerek bir kayıt getirmiştir:
“Üç asıldan (Kitap, Sünnet, İcmâ‘) çıkarılmış olan.”
Bu kayıt, aklî kıyâstan sakınmak için konmuştur.
Her biri yerinde ayrıntılı olarak açıklanacaktır, inşâallah.
والدين: من "دان"؛ أي: أطاعه. وضع إلهي: احترز به عن الأوضاع الصناعية. سائق بذاته: احترز به عن الأوضاع الإلهية الغير السائقة؛ كإنبات الأرض. وبذاته متعلق بـ "سائق"، وضميره راجع إلى "الوضع"؛ أي: إلى "الوضع الإلهي". بذاته سائق؛ لأنه ما وُضع إلا لذلك.
Din: “Dâne” (دان) fiilinden gelir; yani itaat etti demektir.
İlâhî bir vaz‘ (düzenleme/tesis): Bu ifadeyle, beşerî (insan yapımı) düzenlemelerden ayırt edilmiştir.
Zâtı itibarıyla sevk edici (yönlendirici): Bu ifadeyle de, yönlendirici olmayan ilâhî düzenlemelerden ayrılmıştır; örneğin, yeryüzünün bitki bitirmesi gibi durumlar.
“Zâtı itibarıyla” ifadesi “sâik (sevk edici)” kelimesine bağlıdır ve zamiri “vaz‘ (düzenleme)” kelimesine döner; yani ilâhî düzenlemeye.
Zâtı itibarıyla sevk edici denmiştir; çünkü bu (din), başka bir maksat için değil, sadece bu yönlendirme için vaz‘ edilmiştir (konulmuştur).
لذوي العقول: احتراز عن أفعال الحيوانات المختصة بالاختيار. (باختيارهم) احتراز عن الأوضاع السائقة لا بالاختيار كالوجدانيات. (المحمود): احتراز عن الكفر. (إلى الخير): متعلق بسائق. والخير: حصول الشيء لما من شأنه أن يكون حاصلاً له؛ أي: يناسبه ويليق به، والفرق بينه وبين الكمال اعتباري؛ فإن ذلك الحاصل المناسب من حيث إنه خارج من القوة إلى الفعل كمال، ومن حيث إنه مؤثر ومختار: خير.
“Akıl sahipleri için”: Bu ifade, seçme yetisi olan hayvanların fiillerini dışlamak içindir.
“(Kendi) iradeleriyle (seçimleriyle)”: Bu da, irade dışı yönlendiren durumları (mesela içsel duygular gibi) dışlamak içindir.
“Övgüye değer (mahmûd)”: Bu, küfür gibi kötü ve zemmedilen şeyleri dışlamak içindir.
“Hayra doğru”: Bu ifade “yönlendiren (sâik)” kelimesine bağlıdır. Hayır (iyilik): Bir şeyin, kendisinin olması gereken şeye ulaşmasıdır; yani, ona uygun ve yakışır olanı elde etmesidir.
Hayır ile kemâl (olgunluk) arasındaki fark: Nisbi (izafî) bir farktır: O uygun olan şey, kuvveden fiile çıkma yönüyle düşünülürse buna “kemâl” denir. Aynı şey, etkileyici ve bilinçli tercihle (iradeyle) gerçekleşmesi açısından düşünülürse buna “hayır” denir.
- Kuvveden fiile çıkma = kemâl
- Etki ve tercih yoluyla elde etme = hayır
(والفقه): في الأصل الفهم، يقال: فقه الرجل - بالكسر - فقهاً. ثم استُعمل في الوقوف على المعنى الخفي الذي يتعلق به الحكم. فهو علم مستنبط بالرأي والاجتهاد، يحتاج فيه إلى النظر والتأمل. ولهذا لا يجوز أن يسمى الله فقيهاً؛ لأنه لا يخفى عليه شيء.
(Fıkıh): Aslen “anlama” demektir. Arapça'da (فقه الرجل فقهاً) denir; yani “kişi bir şeyi anladı” anlamında. Sonra bu kelime, hükmün bağlı olduğu gizli manayı kavramak anlamında kullanılmıştır. Bu sebeple fıkıh, görüş (rey) ve içtihatla elde edilen bir ilimdir; yani, derin düşünme ve akıl yürütmeyi gerektirir. İşte bu yüzden Allah’a ‘fakih’ denilmesi caiz değildir; çünkü O’na hiçbir şey gizli kalmaz (her şeyi doğrudan bilir).
وفي الشرع: "معرفة النفس"، المعرفة: إدراك الجزئيات عن دليل، فيخرج التقليد. (ما لها): أي: ما يجوز لها، (وما عليها): أي: ما يحرم عليها.
Dinde (şer’an): Fıkıh, "nefsin kendisini tanımasıdır."
"Ma‘rife (bilgi)": Bu, tekil (somut) şeylerin delile dayalı olarak idrak edilmesidir. Bu tanımla taklit (başkasına körü körüne uymak) kapsam dışına çıkarılmış olur.
"(Ne için hakkı varsa) mâ lehâ": Yani, nefsin yapmasına izin verilen şeyler; yani ona helâl olanlar.
"(Ne ile sorumluysa) mâ aleyhâ": Yani, nefsin yapması haram olan şeyler, yani yükümlü olduğu yasaklar.
Şer‘î anlamda fıkıh, kişinin nefsine dair hükümlerin farkında olmasıdır. Ma‘rife, delille elde edilen bilgidir; bu nedenle taklit (delilsiz bilgi) fıkıh sayılmaz. Fıkıh, hem izin verilenleri (ma lehâ) hem de yasaklananları (ma aleyhâ) bilmeyi kapsar.
هذا التعريف منقول عن أبي حنيفة رحم الله ويشمل الاعتقاديات والوجدانيات فيدخل الكلام والتصوف، ومن لم يرد الشمول زاد قوله عملاً (وقيل) الفقه (العلم بالأحكام) يمكن أن يراد بالحكم هنا إسناد أمر إلى آخر، ويمكن أن يراد الحكم المصطلح وهو ما سيأتي. (الشرعية) المراد بها ما لا يدرك لولا خطاب الشارع سواء كان الخطاب وارداً في عين هذا الحكم أو في صورة يحتاج إليها هذا الحكم؛ كالمسائل القياسية فتكون أحكامها شرعية، إذ لولا خطاب الشارع في المقيس عليه لا يدرك الحكم في المقيس.
Bu tanım, İmam Ebû Hanîfe’den (Allah ona rahmet etsin) nakledilmiştir. Bu tanım, itikadî (inançla ilgili) ve vicdanî (içsel, kalbî) konuları da kapsar; bu durumda, kelâm ilmi ve tasavvuf da fıkhın kapsamına girer. Ancak, bu kadar kapsayıcılığı kabul etmeyenler, tanıma “amel” (uygulama) kelimesini eklemiştir. (Ve denildi ki): Fıkıh, “ahkâmı (hükümleri) bilmektir.” Burada “hüküm” kelimesiyle, ya bir şeyin başka bir şeye nispet edilmesi (isnadı) kastedilmiş olabilir, ya da ileride tanımı yapılacak olan terimsel anlamdaki hüküm (şer‘î hüküm) kastedilmiş olabilir. (Şer‘î) kelimesiyle, şeriatın bildirimi (hitabı) olmadan bilinmesi mümkün olmayan hükümler kastedilir; ister bu hitap, bizzat o hüküm hakkında gelmiş olsun, isterse o hükme ihtiyaç duyulan bir durum hakkında gelsin. Örneğin: Kıyasa dayalı meseleler, onların da hükümleri şer‘îdir. Zira, şer‘in kıyas yapılan örnek hakkında hüküm vermesi olmasaydı, kıyasla ulaşılan diğer hüküm de anlaşılamazdı.
العملية من أدلتها المخصوصة بها مع ملكة الاستنباط الصحيح وهي : عنده ، الأدلة الأربعة فيخرج التقليد؛ لأن المقلد وإن كان قول المفتي دليلاً لكنه ليس من الأدلة المخصوصة ( التفصيلية) تخرج الإجمالية؛ كالمقتضي والنافي فقوله : العلم جنس والباقي فصل. ولما عرف الفقه بالعلم بالأحكام وجب تعريف الحكم فقال : والحكم خطاب الله تعالى) هذا التعريف منقول عن الأشعري ) إلا أنه فيه قال : المتعلق بأفعال المكلفين ) ، فيخرج ما يتعلق بفعل الصبي والمجنون .
"Amelî" (pratik) anlamda, fıkıh ilmi, sadece o ilme özel delillerle ve doğru içtihat yapma yeteneğiyle elde edilir. Burada dört temel delil vardır, bunlar dışında taklit dışarıda bırakılır; çünkü taklitçi, her ne kadar müftünün sözünü delil olarak kabul etse de, bu özel (detaylı) delillerden biri değildir. Genel deliller de dışarıda bırakılır; örneğin, "gerekli olan şey" veya "reddeden şey" gibi. Örneğin: "İlim bir cins, geri kalan ise bir fasıldır." (فالعلم جنس والباقي فصل). Ve fıkıh, hükümlerin öğrenilmesi olarak tanımlandığında, bu tanımın arkasından hüküm de tanımlanmalıdır. Şöyle ki: "Hüküm, Allah’ın hitabıdır" (الحكم خطاب الله تعالى). Bu tanım Ehl-i Sünnet kelâmcısı Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’ye aittir. Ancak, Eş‘arî’nin tanımında "Mükelleflerin fiilleriyle ilgili" ibaresi de bulunmaktadır. Bu durumda, çocukların ve delilerin fiilleri bu tanımın dışında kalır.
وقال هنا (المتعلق بأفعال العباد) فيشمل ما يتعلق بفعل الصبي وغيره المراد بالأفعال : ما يعم الجوارح وفعل القلب فيدخل فيه نحو: آمنوا واعتبروا ؛ لأنهما من أفعال القلب.
(بالاقتضاء) أي : الطلب، وهو إما طلب الفعل جازماً؛ كالإيجاب ) أو غير جازم؛ كالندب وإما طلب الترك جازماً ؛ كالتحريم أو غير جازم؛ كالكراهية (أو التخيير) أي : الإباحة.
Ve dedi ki: "Kulların fiilleriyle ilgili olan" (المتعلق بأفعال العباد) Bu, çocukların fiillerini ve diğerlerini kapsar. Burada "fiiller" ile kastedilen, hem organlarla yapılan fiilleri hem de kalp ile yapılan fiilleri kapsar. Bu durumda "iman edin" ve "akıl edin" gibi fiiller de buna dahildir; çünkü bunlar kalbin fiilleridir.
(Al-iktidâ’) yani: talep, Bu talep, ya fiilin yapılmasını kesin bir şekilde istemek (örneğin, farz kılmak gibi) ya da fiilin yapılmasını kesin olmayan şekilde istemek (örneğin, tavsiye etmek gibi) olabilir. Ayrıca, fiilin terk edilmesini kesin bir şekilde istemek (örneğin, haram kılmak gibi) ya da fiilin terk edilmesini kesin olmayan şekilde istemek (örneğin, hoşlanmamak gibi) de mümkündür. Bir başka tür de tercih hakkı (takhyîr) yani mubah kılmaktır (örneğin, helal kılmak gibi).
واعلم أن الخطاب إما تكليفي وهو ما ذكر أو وضعي وهو الخطاب بأن هذا سبب ذلك؛ كالدلوك سبب الصلاة والطهارة، ثم الطهارة شرط لها، فلذا زاد قوله (أو الوضع فيشمل النوعين)
Ve bil ki: Hitap ya teklifî olur – ki bu, daha önce zikredilen şeydir – ya da vaz‘î olur. Vaz‘î olan hitap, mesela şu türdendir: "Bu, şunun sebebidir"; Örneğin: Güneşin batması (الدلوك), namazın ve taharetin sebebidir. Sonra, taharet namazın şartıdır. Bu yüzden müellif, “veya vaz‘ da olabilir” ifadesini ekledi; böylece her iki türü (teklifî ve vaz‘î) kapsamış oldu.
يتوصل بها) (۱) توصلاً قريباً (إليه) أي : الفقه والمراد إلى مسائله (۲) (على وجه التحقيق هو بيان حقيقة الشيء على وجه الحق، احترز به عن علم الخلاف والجدل فإنه وإن اشتمل على القواعد الموصلة إلى مسائل الفقه لكن لا على وجه التحقيق بل لغرض إلزام الخصم.
Usûl-i fıkıh ilmi: Kaideler bilgisidir; yani küllî hükümlerin bilgisidir – ki bu hükümlerle yakın bir yolla ona, yani fıkha, (ve kastedilen: fıkıh meselelerine) ulaşılır. Tahkik (araştırma) yönüyle maksat, bir şeyin hakikatini hakkıyla ortaya koymaktır. Bu ifade ile, hilâf (ihtilaf) ilmi ve cedel (münazara) ilmi dışlanmış olur. Zira bu iki ilim de, fıkıh meselelerine götüren kaideleri içermekle beraber, tahkik yoluyla değil, sadece muhatabı ilzam etme amacıyla yapılır.
Muhatabı ilzam etmek, bir tartışmada veya münazarada karşındaki kişiyi susmaya mecbur bırakmak, yani söyleyecek söz bırakmamak demektir.
وإذا كان حد أصول الفقه هذا (فيبحث) أي : يجب أن يبحث فيه عن الأصول المذكورة أي: عن أحوالها وما يتعلق بها مما له مدخل في كونه مثبتاً للحكم ويلحق البحث به) أي : بالبحث المدلول في قوله : فيبحث (عما يثبت بها أي : عن أحوال ما ثبت بالأدلة المذكورة (وهو الأحكام، وعما تتعلق هي به).
“Ve eğer usûl-i fıkhın tanımı bu ise,” Yani: “Usûl-i fıkıh, fıkıh ilmine ulaştıran genel kuralların bilgisi” şeklinde tarif edilmişse, “(o hâlde) bu ilimde belirtilen asıllar (deliller) hakkında araştırma yapılır,” Yani: Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas gibi fıkhın dayandığı delillerin durumu hakkında, “ve onlarla ilgili, hüküm ortaya koymalarında etkili olan şeyler hakkında,” Yani: O delillerin bir hükmü ispatlamasında rol oynayan durumlar hakkında araştırma yapılır. Ve o araştırmaya dâhil edilir, “o delillerle sabit olan şeyler hakkında,” Yani: Bu delillerle sabit kılınan fıkhî hükümler hakkında, “ve o delillerin ilişki kurduğu şeyler hakkında.” Yani: Delillerin ilişki kurduğu, muhatap olan mükelleflerin fiilleri gibi şeyler hakkında da araştırma yapılır.
فيكون موضوع هذا العلم الأدلة الشرعية والأحكام إذ يبحث فيه عن العوارض الذاتية للأدلة الشرعية، وهي إثباتها للحكم وعن العوارض الذاتية للأحكام وهي ثبوتها بتلك الأدلة. ولما تقرر الاحتياج إلى البحثين قال : فلا بد من البابين) أي: من وضعهما . باب للبحث عن الأدلة، وباب للبحث عن الأحكام.
Böylece bu ilmin konusu, şer‘î deliller ve hükümlerdir. Bu ilimde, şer‘î delillerin kendilerine özgü nitelikleri olan hüküm ifade etmeleri ve hükümlerin de bu delillerle sabit olması gibi zâtî arazları araştırılır.
İki araştırmaya da ihtiyaç olduğu sabit olunca şöyle denildi: "Bu iki bölüme mutlaka ihtiyaç vardır."
Bir bölüm delillerin araştırılması içindir, diğer bölüm ise hükümlerin araştırılması içindir.
- "Mukaddime" kelimesinin lugat ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Fıkıh ilmi nasıl tanımlanır? Hangi tür hükümlerle ilgilenir?
- Asıl kavramını açıklayınız ve bina edilme türlerini örnekle açıklayınız.
- Şer‘ kelimesinin lugat ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Kitap, Sünnet, İcmâ‘ ve Kıyâs arasındaki sıralamayı ve bu sıralamanın gerekçesini açıklayınız.
- Din kavramı lugat ve ıstılah açısından nasıl tanımlanır?
- Fıkıh kelimesinin lugat ve terim anlamlarını açıklayınız. Allah’a “fakih” denilmemesinin sebebi nedir?
- Şer‘î anlamda fıkıh nedir? İmam Ebû Hanîfe’nin fıkıh tanımında hangi hususlar dikkate alınmıştır?
- Ma‘rife ile taklit arasındaki fark nedir?
- Fıkhın kapsamına kelâm ve tasavvufun girmesi hangi tanıma dayanmaktadır?
- Hüküm kavramı usûl-i fıkıhta nasıl tanımlanır? Bu tanım kim tarafından yapılmıştır?
- Allah’ın hitabı ifadesiyle ne kastedilir? Mükellef olmayanların fiilleri bu kapsamda değerlendirilir mi?
- Şer‘î hükümler nasıl sınıflandırılır? “İktizâ” (talep) ve “tahyîr” (tercih hakkı) neyi ifade eder?
- Mukaddime sözlükte kaddeme fiilinden türemiş olup ileriye gitmek anlamına gelir. Istılahta bir ilmin mukaddimesi veya kitabın mukaddimesi şeklinde kullanılmaktadır. İlmin mukaddimesi o ilmin meselelerinin üzerine bina edildiği şeylerdir. Kitabın mukaddimesi ise hedeflenen konudan önce getirilen ve onunla bağlantısı bulunan giriş kısmıdır.
- Amelî hükümlerin tafsili delillerinden bilinmesini sağlayan bilgiye "fıkıh" adı verilmiştir. Fıkıh şer'i-ameli hükümlerle ilgilenmektedir.
- Asıl, bir şeyin temeli veya dayanağıdır. Bina edilme türleri: Hissî bina: Fiziksel kurulum (örneğin bir ev inşa etmek). Aklî bina: Bir hükmün delile dayanarak çıkarılması (örneğin, kıyas yoluyla bir hüküm çıkarmak).
- Lugat anlamı: Şer‘, bir şeyi açıklamak, bir yolu belirlemek anlamına gelir. Terim anlamı: (Allah Teâlâ’nın kulları için dinden açıkladığı şey) anlamına gelir. Bu durumda meşrû kılınan şey anlamındadır.
- Kitap (Kur’an): Öne alınmıştır; çünkü her yönden hüccettir (bağlayıcı bir delildir). Sünnet: Kur’an’a dayandığı için ona eklenmiştir. İcmâ‘ (ittifak): Kur’an ve Sünnet’e dayandığı için onlardan sonra zikredilmiştir. Kıyâs: Bütün delillerin en sonuna bırakılmıştır; çünkü derece bakımından daha aşağıdadır. Çünkü hükmüne göre asıl kabul edilirken, diğer üçüne (Kur’an, Sünnet, İcmâ‘) göre fer‘dir; çünkü onlardan türetilmiştir.
- Din sözlükte “Dâne” (دان) fiilinden gelir; yani itaat etti demektir. Terim olarak iseDin, zâtı itibarıyla akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayra sevk eden ilâhî bir düzenlemedir.
- Fıkıh lügatte anlamak anlamına gelir. Daha sonra bu kelime hükmün bağlı olduğu gizli manayı kavramak anlamına gelmiştir. Bu yüzden fıkıh, rey ve içtihatla elde edilen bir ilimdir. Bu yüzden akıl yürütme ve derin düşünmeyi gerektirir. Allaha hiçbir şeyin gizli kalmaması nedeniyle Allah hakkında fakih denilemez. O zaten her şeyi bilendir.
- Şeri anlamda fıkıh kişinin kendini tanımasıdır. İmamı Azam Ebu Hanife fıkıh tanımını Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi şeklinde yapmıştır.Bu tanım, itikadî ve vicdanî (içsel, kalbî) konuları da kapsar; bu durumda, kelâm ilmi ve tasavvuf da fıkhın kapsamına girer.
- Marife somut şeylerin delillere dayalı olarak bilinmesidir. Taklit ise delillere dayanmaksızın başkasına uymak anlamındadır.
- Ebu Hanife'nin tanımına görefıkıh, sadece ameli değil, itikadî ve vicdanî konuları da kapsar. Bu tanıma göre kelâm ve tasavvuf da fıkhın kapsamına girmektedir.
- Hüküm, Allah’ın mükellefler üzerindeki fiilleriyle ilgili olan hitabıdır. Bu tanım Eş‘arî tarafından yapılmıştır.Burada "fiiller" ile kastedilen, hem organlarla yapılan fiilleri hem de kalp ile yapılan fiilleri kapsar. Bu durumda "iman edin" ve "akıl edin" gibi fiiller de buna dahildir; çünkü bunlar kalbin fiilleridir.
- Allah’ın hitabı, Allah’ın kullarına gönderdiği emir ve yasakları ifade eder. Mükellef olmayanların fiilleri bu kapsamda değerlendirilmez.
- Şer‘î hükümler, farz, haram, mendup, mekruh ve mübah gibi sınıflara ayrılır. İktizâ, bir fiilin yapılmasını zorunlu kılmak, tahyîr ise bir fiili yapma ya da yapmama konusunda serbest bırakmaktır.
- Asıl, başka bir şeyin üzerine kurulduğu temel unsurdur.
- Mukaddime, "kaddeme" kökünden türeyip "ileriye gitmek" anlamına gelir.
- Şer‘ kelimesi, açıklamak ve yol hâline getirmek anlamındadır.
- Kıyâs, Kitap, Sünnet ve İcmâ‘'dan çıkarıldığı için en son sırada yer alır.
- Din, ilâhî bir vaz‘ olup, zâtı itibarıyla akıl sahiplerini hayra sevkeden ilâhî bir düzenlemedir.
- Fıkıh, şer‘an "kişinin kendisini tanımasıdır."
- Ma‘rife, delil yoluyla elde edilen hakikî bilgidir. Taklit ise delilsiz başkalarına uymaktır.
- Fıkıh hem helal hem de haram ile ilgilidir; yani izin verilen ve yasaklananlarla.
- İktizâ, fiilin yapılması ya da gerekli olmasıdır.
- Tahyîr, yani tercih hakkı, kişinin fiili yapıp yapmama konusunda serbest bırakılmasıdır.
- Şer‘î hükümlerin kaynakları sırasıyla Kitap, Sünnet, İcmâ‘ ve Kıyâs olarak sıralanır.
- İslam hukukunda, şer‘î hüküm Allah’ın kulları için ortaya koyduğu kural ve düzenlemeleri ifade eder. Usûl-i fıkıh, tevhid ilmine dayandırıldığında usul-i fıkıh fer'i ilim olur.
- Kuvveden fiile çıkma = kemâl, etki ve tercih yoluyla elde etme = hayırdır.
- İmam-ı Azam fıkhı kişinin lehine ve aleyhine olanları bilmesidir şeklinde tanımlamıştır.
- Usûl-i fıkıh, fıkıh ilmine ulaştıran genel kuralların bilgisidir.
- Şer' terim olarakAllah Teâlâ’nın kulları için dinden açıkladığı şey
- “Bina edilme” iki türlüdür: Hissî bina: Fiziksel kurulum (örneğin bir binanın temeli gibi). Aklî bina: Bir hükmün, deliline dayanarak var olması.
- Şer'i hükümlerden bir kısmı inançlarla ilgilidir bunlara asli hükümler denmiştir. Bir kısmı da amellerle ilgilidir bunlara da fer'i hükümler denmiştir.
- Fıkıh amelî hükümlerin tafsili delillerinden bilinmesini sağlayan bilgidir.
الباب الأول في الأصول أي : الحجج الأصلية التي تثبت بها الأحكام الشرعية هي أربعة بالاستقراء، وقيل : إن ما هو حجة في حقنا إن كان من الله تعالى فهو الكتاب، وإن كان من غيره فإن كان من الرسول فهو السنة، وإلا فإن اتفقت الآراء فهو الإجماع، وإلا فهو القياس.
Birinci Bölüm: Asıllar (Deliller) Hakkındadır
Yani: Şer‘î hükümlerin sabit olduğu aslî deliller dört tanedir; bu, istikrâ (tümevarım) yoluyla sabittir. Bazıları şöyle demiştir: Bizim açımızdan hüccet (bağlayıcı delil) olan şey, eğer Allah Teâlâ’dan ise o, Kitaptır. Eğer O’ndan değil de başka birinden ise ve o kişi Rasul ise, o zaman bu Sünnettir. Eğer Rasul de değilse ve görüşler birleşmişse, o İcmâ‘dır. Eğer görüş birliği de yoksa, o zaman Kıyastır.
(الأصل الأول) أي : الدليل الأول الأقوى (الكتاب) اللام، إما بدل عن المضاف إليه؛ أي: كتاب الله تعالى، أو للعهد وهو ما سبق ذكره. وهو في اللغة، إما مصدر؛ بمعنى الجمع، تقول العرب : كتبت الخيل؛ أي: جمعتها، سمي به المفعول للمبالغة؛ كالخطاب، أو فعال بني له؛ كاللباس)
Birinci Asıl (Delil): Birinci asıl, yani: Birinci ve en güçlü delil Kitaptır. Buradaki “el” takısı (elif-lâm), ya hazfedilmiş (zikredilmemiş) bir muzafun ileyhden bedeldir; yani "Allah Teâlâ’nın Kitabı" anlamındadır. Ya da önceki bahse işareten ahdî elif-lâmdır (önceden sözü geçen belirli bir şeye işaret eder). "Kitap" kelimesi lugatte (dil açısından) ya bir masdardır ve “toplamak” anlamına gelir. Araplar "كتبت الخيل" (ketebtü’l-hayl) yani “atları topladım” derler. Bu anlamdan hareketle kitap, mef‘ûl (yani üzerine fiil uygulanan) anlamında ve mübalağa (abartı) ifade etmek üzere bu ismi almıştır. Bu, "hitâb" (konuşma) kelimesinde olduğu gibidir. Veya “kitap” kelimesi, fi‘âl vezninde olup, mef‘ûl anlamında yapılmış bir yapıdadır; tıpkı libâs (elbise) kelimesinde olduğu gibi.
غلب في عُرف الشرع على كتاب الله تعالى المكتوب في المصاحف (وهو القرآن) هو في اللغة : مصدر قرأ الشيء - بالضم - جمعه وضمه، سمي به القرآن؛ لأنه يجمع السور ويضمها غلب في عرف العام على المجموع من كلام الله تعالى المقروء على ألسن العباد، وهو في هذا أشهر من الكتاب، ولذا فسره به .
Şer‘î kullanımda "Kitap" kelimesi, çoğunlukla mushaflarda yazılı olan Allah Teâlâ’nın Kitabı anlamında kullanılır. Kur’ân da budur. Lugatte (dil bakımından) Kur’ân, bir masdardır; “قَرَأَ الشيءَ” (karâe’ş-şey’e) fiilinden gelir; bu da “bir şeyi topladı ve bir araya getirdi” anlamındadır. Kur’ân bu şekilde isimlendirilmiştir; çünkü sureleri bir araya toplar ve birleştirir. Genel kullanımda (avâm arasında) ise Kur’ân kelimesi, Allah Teâlâ’nın kulların dillerinde okunan kelâmının tamamı için kullanılmakta galip olmuştur. Bu anlamda, "Kitap" kelimesinden daha yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Bu sebepledir ki, birçok âlim Kur’ân’ı Kitap kelimesiyle açıklamıştır.
(المنزل على الرسول) اللام فيه للعهد وهو نبينا محمد ، وقوله المنزل يعم المنسوخ تلاوة وحكماً مثل : الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما ألبتة نكالاً من الله
(Resûl’e indirilen) ifadesindeki “el” takısı (elif-lâm), ahd içindir; yani, daha önce zikredilmiş olan bizim Peygamberimiz Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kastedilmektedir. "El-munazzal" (indirilen) kelimesi ise, hem tilâveti (okunuşu) hem de hükmü nesh edilmiş olanları da kapsar. Buna örnek olarak şu ayet zikredilir: "الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما ألبتة نكالاً من الله" (Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ederse, onları kesinlikle recmedin; bu, Allah’tan bir cezadır.) Bu ifade, şeriatta hüküm olarak sabit olmuş, fakat tilaveti (Kur’an’da okunuşu) nesh edilmiş bir metindir.
( المنقول عنه) إلينا كتابة وتلاوة فعلى هذا يخرج منه المنسوخ تلاوة (متواتراً) نصب على المصدرية؛ أي: نقلاً متواتراً وهو: خبر قوم لا يتوهم تواطؤهم على الكذب كما سيأتي تحقيقه إن شاء الله. خرج به ما ثبت قراءته بأخبار الآحاد؛ كقراءة أبي بن كعب فعدة من أيام أخر متتابعات كما سيأتي أيضاً .
(Bizlere nakledilen) ifadesiyle kastedilen; bize yazılı olarak ve tilâvet yoluyla aktarılandır. Buna göre, tilâveti (okunuşu) neshedilmiş olanlar bu tanımın dışına çıkar. (Mütevatir olarak) ifadesi, masdariyyet üzere nasbedilmiştir; yani burada "mütevatir bir nakille" demektir. Mütevatir haber, yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan toplulukların naklettiği haberdir. Bu konunun detayları ileride, inşâallah, açıklanacaktır. Bu kayıtla, ahâd haberle (tek kişi ya da az sayıda raviyle) sabit olan kıraatler bu tanımın dışında bırakılmış olur. Mesela: Übey b. Kâ‘b’ın şu kıraati buna örnektir: "فعدة من أيام أخر متتابعات" (…başka günlerde sayılı oruç tutmak – ardışık olarak) Bu kıraat, ahâd haberle sabittir ve ileride ayrıca gelecektir.
(وهو نظم ومعنى معاً) فيه رد على من زعم أن القرآن هو المعنى وحده والمراد من النظم اللفظ إلا أنه لم يذكره رعاية للأدب؛ لأن اللفظ في اللغة : الرمي، والنظم : جمع اللآلئ في السلك بحسن الترتيب، وفيه تشبيه ألفاظ القرآن بالجواهر)، (وأقسامها أربعة؛ لأنها إما أقسام النظم أو المعنى، فإن كانت الأولى فإما بحسب دلالته على معناه أو بحسب استعماله في معناه، فإن كان بحسب دلالته فإما أن يعتبر فيه الظهور أو لا، فإن لم يعتبر فهو القسم الأول، وإن اعتبر فهو القسم الثاني)، وإن كان بحسب استعماله فهو القسم الثالث، وإن كانت الثانية فهو القسم الرابع ؛ لأنه لا يعتبر فيه إلا الحكم وهو معنى مستفاد من النص
(Kur’an hem lafız hem de anlamdır) Bu ifadede, Kur’an sadece anlamdan ibarettir diyenlere bir reddiye (cevap) vardır. Burada “nazım” (نظم), yani diziliş/terkip, ile kasıt lafızdır. Ancak doğrudan “lafız” kelimesi zikredilmemiştir; çünkü bu, edebe uygun bir tercihtir. Zira “lafız” kelimesi lugatte “ağızdan atmak, tükürmek” gibi anlamlara gelir (kökeninde olumsuz çağrışım olabilir). Buna karşın “nazım” kelimesi, incilerin bir ipe düzgünce dizilmesi anlamındadır. Bu yönüyle Kur’an’ın kelimeleri mücevherlere benzetilmiş olur.
Kur’an’ın (nassın) kısımları dört tanedir. Çünkü bu kısımlar ya lafza (nazma) ya da anlama dayanır:
Eğer lafza göre ise, bu ya lafzın anlamı göstermesi açısından olur, ya da anlamda kullanılma şekli açısından olur.
Eğer anlamı gösterme yönünden bakılırsa, bu durumda: Anlamın açık olup olmaması dikkate alınmazsa, bu birinci kısımdır. Anlamın açıklığı dikkate alınırsa, bu ikinci kısımdır.
Eğer kullanım açısından bakılırsa, bu üçüncü kısımdır.
Eğer anlam yönünden bakılırsa, bu dördüncü kısımdır. Çünkü burada sadece hüküm dikkate alınır ve bu, metinden istifade edilen bir anlamdır.
(القسم الأول في وجوه النظم أي : في اعتبارات النظم هيئة ومادة (وهي أربعة: الخاص والعام والمشترك والمؤول) لأن اللفظ إما أن يدل على معنى واحد أو أكثر، فإن كان الأول فإما على الانفراد فهو الخاص، أو الاشتراك فهو العام، وإن كان الثاني فإن ترجح البعض فهو المأول وإلا فالمشترك.
Birinci Kısım: Lafzın Yapısal Yönleri (النظم)
Yani: Nazım, hem şekil (hey’et) hem de içerik (madde) yönünden değerlendirilir. Buna göre nazm açısından dört yön (kısım) vardır:
Hâss (خاص) – Özel anlamlı lafız
Âmm (عام) – Genel anlamlı lafız
Müşterek (مشترك) – Çok anlamlı, ancak hangisinin kastedildiği açık olmayan lafız
Mu‘evvel (مؤول) – Yoruma dayalı olarak tercih edilen anlam
Gerekçesi şöyle açıklanır: Lafız, ya tek bir anlamı ifade eder ya da birden fazla anlamı. Eğer tek bir anlama delalet ediyorsa, bu iki şekilde olabilir: Bu anlam sadece bir ferde özgü ise, buna hâss (özel) denir. Bu anlam, birçok fert için müşterek olarak düşünülmüşse, buna ‘âm (genel) denir. Eğer lafız birden fazla anlama delalet ediyorsa, yani çok anlamlıysa: Anlamlardan biri açıkça tercih ediliyorsa, bu mu‘evvel (yorumlanmış) olur. Hiçbir anlam diğerine tercih edilmemişse, bu müşterek (eşanlamlı) sayılır.
Tür | Tanım |
---|---|
Hâss | Yalnızca bir tek anlamı olan lafız (örnek: "زيد" sadece bir kişiyi gösterir) |
Âmm | Tüm fertlere şamil genel lafız (örnek: "الناس" = insanlar) |
Müşterek | Birden fazla anlama gelen ve hangisinin kastedildiği belli olmayan |
Mu‘avvel | Müşterek lafızlardan biri, delile dayanarak tercih edilmişse |
1 - الخاص
أما الخاص: فهو ما وضع لمعنى معلوم عل الانفراد.
(أما الخاص) قدمه على العام؛ لأنه كالجزء منه، (فهو ما) أي : لفظ وهو كالجنس يشمل المستعملات وغيرها، وما يدل بالطبع والعقل . فبقوله : (وضع لمعنى معلوم) خرج غير المستعملات والطبعيات والعقليات والمشترك أيضاً؛ لأنه موضوع لمعنيين أو أكثر، والمجمل أيضاً؛ لأنه غير معلوم للسامع قبل البيان على الانفراد) صفة لمعنى؛ أي: على أن يكون اللفظ متناولاً له مع قطع النظر من أن يكون له أفراد؛ كالمسلم مثلاً، فإنه موضوع لمن له الإسلام وليس له دلالة على الأفراد. خرج به العام؛ كالمسلمين، فإنه موضوع لمعنى واحد شامل للأفراد. (جنساً خاصاً كان (٥) (كإنسان، أو نوعاً ) (٦) خاصاً (كرجل، أو عيناً) خاصاً (كزيد) .
Hass lafza gelince: O, tek başına bilinen bir anlam için konulmuş lafızdır. (Özele gelince) onu genelden (amm lafız) önce getirdi; çünkü o, onun bir parçası gibidir. (O) yani bir lafızdır ve bir cins gibi, kullanılanları ve kullanılmayanları kapsar, ve doğal ya da aklî olarak delalet eden şeyler değildir.
اعلم أنه لما كان مقصود الفقهاء معرفة الأحكام دون الحقائق جعلوا اللفظ المشتمل على كثيرين متفاوتين في أحكام الشرع جنساً خاصاً ؛ كالإنسان فإنه يشمل المراء والمرأة، وحكمهما متفاوت حتى إذا اشترى عبداً وظهر أمة لم ينعقد البيع وجعلوا اللفظ المشتمل على كثيرين متفقين في الحكم نوعاً خاصاً ؛ كالرجل ، واللفظ الذي له معنى واحد عيناً خاصاً؛ كزيد، فكان بالتقديم أولى؛ لأنه جزئي.
إلا أنه قدم الكلي؛ لأنه جزء الجزئي والجزء مقدم حققته في شرحنا للمنطق فليطلب منه
Bil ki, fakihlerin maksadı hakikatleri değil, hükümleri bilmek olduğundan; şer‘î hükümlerde farklı olan çok sayıda şeyi kapsayan lafzı özel (hass) bir cins saydılar. Mesela “insan”; çünkü erkek ve kadını kapsar, hâlbuki ikisinin hükmü farklıdır. Öyle ki, bir köle satın alır da onun kadın köle (cariye) olduğu ortaya çıkarsa, satış akdi gerçekleşmiş olmaz. Ve şer‘î hüküm bakımından aynı olan çok sayıda şeyi kapsayan lafzı özel (hass) bir tür saydılar; mesela “erkek” gibi. Ve tek bir anlama gelen lafzı da özel bir şahıs (ayn) saydılar; mesela “Zeyd” gibi. Bu sebeple, (özel lafzın) öne alınması daha uygundu; çünkü cüz’îdir (tikel).
Ancak küllîyi (tümel) öne aldılar; çünkü o, cüz’înin bir parçasıdır. Ve parça, önceliklidir. Bu, mantık şerhimizde açıklanmıştır; oradan araştırılsın.
(وحكمه) الأثر الثابت بالشيء، فحكم الخاص أثره الثابت له اعتبار الموانع الصارفة عن إرادة الحقيقة (أن يتناول المخصوص قطعاً) تمييز ؛ أي: قطعاً عن إرادة الغير ، كما إذا قلنا : زيد عالم، فزيد خاص يوجب الحكم على زيد، وأيضاً العلم لفظ خاص معناه فيوجب الحكم بذلك الأمر الخاص على زيد قطعاً .
(Ve hükmü): Bir şeyle sabit olan etkidir. Hass ile ilgili hüküm ise, ona sabit olan etkidir. Bu gerçek anlamın kastedilmesini engelleyen mani’lerin hesaba katılmasıyladır.
Hass lafız, belirli bir şeyi kesin olarak kapsar. (Kesin olarak) ifadesi temyizdir; yani, başkasının kastedilmesinden kesin olarak ayrıdır. Mesela, “Zeyd âlimdir” dediğimizde, “Zeyd” özel bir lafızdır ve Zeyd hakkında hüküm verir. Ayrıca, “ilim” lafzı da özel bir anlam taşır; bu nedenle o özel anlamla Zeyd hakkında kesin olarak hüküm verir.
(بلا احتمال (بيان) لكونه بيناً في نفسه؛ لأن البيان إما لإثبات الظهور وهو : حقيقة أو لإزالة الخفاء وهي : لازمته، وإثبات الثابت ونفي المنفي محال .
(Beyan ihtimali olmaksızın) — bu, onun zatında açık olması sebebiyledir. Çünkü “beyan” ya açıklığı ispat etmek içindir — bu da “hakikat”tir — ya da kapalılığı gidermek içindir — bu da onun zorunlu sonucudur. Oysa sabit olanı ispat etmek ve olmayanı (zaten mevcut olmayanı) ortadan kaldırmak imkânsızdır.
- “Aslî deliller dört tanedir” ifadesiyle kastedilen deliller nelerdir? Bunların sıralanışındaki mantığı açıklayınız.
- “Bizim açımızdan hüccet olan şey, ya Allah’tandır ya da Rasûl’dendir...” ifadesinde delillerin kaynağa göre tasnifini izah ediniz.
- “Kitap” kelimesinin lugavî anlamını açıklayınız. Arapların "كتبت الخيل" ifadesi bu bağlamda nasıl bir delildir?
- “Kitap” kelimesinin şer‘î anlamı nedir? Usûlî bağlamda neyi ifade eder?
- Kur’ân’ın “قَرَأَ” fiilinden türemesi ne anlam taşır? Bu kökten hareketle Kur’ân isminin verilme gerekçesini açıklayınız.
- Kur’ân ile Kitap kelimeleri arasındaki şer‘î kullanımdaki farkları belirtiniz. Halk arasında hangisi daha yaygın olarak kullanılır, neden?
- “el-munezzel ‘ale’r-rasûl” ifadesindeki elif-lâm ne tür elif-lâmdır? Burada kime işaret edilmektedir?
- Hükmü sabit olup tilâveti neshedilen ayet örneği olarak verilen metni yazınız ve bu tür ayetlerin usûl-i fıkıhtaki yerini açıklayınız.
- “Mütevatir olarak nakledilen” ifadesiyle ne kastedilmektedir? Bu, Kur’ân’ın sübûtu açısından neden önemlidir?
- Ahâd haberle sabit olan kıraatlerin Kur’ân olarak kabul edilmemesinin gerekçesini açıklayınız. Übey b. Ka‘b kıraatinden örnek veriniz.
- “Kur’ân hem lafız hem anlamdır” ifadesiyle ne kastedilmektedir? “Nazım” ve “lafız” terimlerinin farkını ve kullanılma tercihlerini açıklayınız.
- Kur’ân lafızlarının “inci dizimi”ne benzetilmesi neyi ifade eder? Bu teşbihin anlamını yorumlayınız. Nassın (Kur’ân’ın) kısımları kaç tanedir? Bu kısımların lafız ve anlam açısından yapılan tasnifini açıklayınız.
- Nazmın yapısal yönleri kaç tanedir ve bunlar nelerdir?
- Hass lafız nasıl tanımlanır? Örnek veriniz.
- Âmm lafız ile hâss lafız arasındaki temel fark nedir?
- Lafzın doğal (بالطبع) ve aklî (بالعقل) delaletleri neden “hâss” kategorisine girmez?
- “Muslim” kelimesi niçin hâss kabul edilirken “muslimun” kelimesi âmm kabul edilir?
- “عبد” satın alınıp da onun “أمة” olduğu anlaşılırsa satış neden geçersiz sayılır?
- “زيد عالم” cümlesinde geçen iki özel lafzın hüküm doğurmadaki rolleri nelerdir? Her birinin delaleti hangi düzeydedir?
- “وضع لمعنى معلوم على الانفراد” ifadesindeki “على الانفراد” kaydı neyi dışlar? Açıklayınız.
- “Sabit olanı ispat etmek ve mevcut olmayanı ortadan kaldırmak imkânsızdır” ifadesiyle ne kastedilmiştir?
- Fakihlerin “hâss” ve “âm” ayrımında hakikat değil hüküm temelli düşünmelerinin usûlî gerekçesini açıklayınız.
- Âmm lafız nedir? Bir örnek veriniz.
- Bir lafzın âmm sayılması için hangi iki unsur gerekir?
- Müşterek lafız nedir? Kısa bir tanım yapınız.
- “عين” (göz, kaynak, casus, vs.) lafzı hangi türe örnektir ve neden?
- Müşterek lafzın hükmü nedir?
- Müşterek lafızların usûl açısından tehlikesi nedir?
- Müşterek lafzı mücmel lafızdan ayıran fark nedir?
- Mu‘evvel lafız nedir? Açıklayınız.
- Mu‘evvel lafız ile müşterek lafız arasındaki fark nedir?
- “القرء” kelimesi hem hayız hem temizlik anlamına gelebilir. Delille birine yöneltilirse hangi türe girer?
- Mu‘evvel lafzın usûlî önemi nedir?
- Bir lafzın mu‘evvel sayılabilmesi için hangi şart gerekir?
- Aslî deliller şunlardır: Kitap, Sünnet, İcmâ‘ ve Kıyas. Bu sıralama, delillerin kaynağına ve bağlayıcılık derecesine göre yapılmıştır. Allah’tan doğrudan gelen Kitap, en güçlü delildir. Onu, Allah’ın bildirdiklerini tebliğ eden Rasûl’ün Sünneti takip eder. Daha sonra, ümmetin görüş birliği olan İcmâ‘ gelir. Son olarak, bunların dışında kalan meselelerde hüküm çıkarma yöntemi olan Kıyas yer alır.
- Bu ifade, delillerin mahiyetine göre iki temel kaynağa dayandığını gösterir: Allah Teâlâ (Kitap) ve Rasûl (Sünnet). Eğer delil doğrudan Allah’tan ise Kitap’tır. Rasûl’den geliyorsa, bu da Sünnet’tir. Eğer Rasûl’den de değilse ama tüm ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir görüşse, bu İcmâ‘dır. Görüş birliği yoksa, kıyas yoluyla hüküm çıkarılır.
- “Kitap” kelimesi lugatte masdar olup “toplamak” anlamına gelir. Araplar “كتبت الخيل” (atları topladım) derken bu anlamı kastederler. Bu kullanım, “kitap” kelimesinin mübalağalı bir mef‘ûl ismi olarak kullanıldığını gösterir.
- Şer‘î kullanımda “Kitap” çoğunlukla Allah Teâlâ’nın mushaflarda yazılı olan kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i ifade eder. Bu, vahiy yoluyla Rasûl’e indirilen ve ümmete tevatür yoluyla nakledilen, lafız ve mana olarak Allah’a ait olan ilahî kelamdır.
- “Kur’ân” kelimesi “قَرَأَ” (karâe) fiilinden türemiştir. Bu fiil, “toplamak, bir araya getirmek” anlamındadır. Kur’ân bu isimle anılmıştır çünkü sureleri ve ayetleri bir araya getirerek anlamlı bir bütün oluşturur. Bu nedenle ona “toplayan” anlamında Kur’ân denmiştir.
- Şer‘î bağlamda “Kitap” daha genel bir ifadedir; yazılı ilahî metni belirtir. “Kur’ân” ise okunan ve tilâvet edilen anlamına gelir ve Allah’ın kelâmının sözlü aktarımı üzerinde durur. Avam (halk) arasında “Kur’ân” kelimesi daha yaygındır; çünkü tilâvet yönü öne çıkmaktadır.
- Bu ifadedeki “el” takısı ahdî elif-lâmdır; yani daha önce bahsedilen ve bilinen bir şeye işaret eder. Burada işaret edilen, bizim Rasûlümüz olan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir.
- "الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما ألبتة نكالاً من الله" Bu tür ayetler, tilâvet yönünden Kur’ân’dan çıkarılmış ancak hüküm olarak geçerliliğini koruyan nasslardır. Usûl-i fıkıhta bu durum, nesh-i tilâvet, beka-i hüküm kategorisine girer.
- “Mütevatir”, yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan toplulukların naklettiği haberdir. Kur’ân’ın lafız olarak bize mütevatir yolla ulaşması, onun sübûtunun (sabit oluşunun) kesin olduğunu ve inanç esaslarından sayıldığını gösterir.
- Ahâd haberler, tevatür derecesine ulaşmadıkları için Kur’ân’ın sübûtu açısından yeterli değildir. Kur’ân olarak kabul edilebilmesi için kıraatın tevatür derecesinde sabit olması gerekir.Örnek: Übey b. Ka‘b’ın kıraati: "فعدة من أيام أخر متتابعات" Bu kıraat ahâd haberle sabittir; dolayısıyla Kur’ân olarak kabul edilmez.
- Kur’ân yalnızca anlamdan ibaret değildir; hem lafzı hem anlamı ile birlikte Kur’ân’dır. “Nazım” kelimesi, “kelimelerin güzel şekilde sıralanması” anlamına gelir ve lafız yerine edep gereği tercih edilmiştir. Çünkü “lafız” kelimesinin kökü “ağızdan atmak, tükürmek” gibi anlamlar içerir.
- Kur’ân’ın kelimeleri, anlam açısından ve tertip yönünden inci gibi dizilmiş, estetik ve anlam bütünlüğü olan bir yapıya sahiptir. Bu teşbih, Kur’ân’ın lafızlarının güzelliğini ve tertibinin mükemmelliğini vurgular. Nassın dört kısmı vardır: Lafzın delâletine göre (anlamın açıklığına bakılmadan) Lafzın delâletine göre (anlamın açıklığına göre) Lafzın kullanım şekline göre, Anlam yönünden, yani sadece hüküm esas alınarak
- Dört tanedir. Bunlar: Hâss (خاص) Âmm (عام) Müşterek (مشترك) Mu‘evvel (مؤول)
- Yalnızca tek bir anlam için konulmuş lafızdır. Örnek: "زيد"
- Hâss lafız belirli ve tek bir anlam içindir; âmm lafız ise birden fazla ferdi içine alan genel anlamlı bir lafızdır.
- Çünkü bu tür bilgiler lafızla değil, doğrudan doğa veya akıl yoluyla bilinir. Hâss ise, lafızla belirli bir anlam için konulmuş olmayı gerektirir.
- “Muslim”, İslam’a sahip olan kimseyi ifade eder ve belirli bir anlam için konulmuştur. Fertleri kapsamaz. “Muslimun” ise bu tür fertleri topluca kapsar ve geneldir.
- Çünkü “abd” erkek köleyi ifade eder. “emetun” (kadın köle) farklı hükme tabidir. Lafız ve kasıt uyuşmadığı için akit gerçekleşmemiş olur.
- “Zeyd” özel bir şahıs ismi olarak hâss lafızdır, Zeyd hakkında kesin bir hüküm verir.“Âlim” de hâss bir sıfattır, belirli bir vasfı ifade eder. İkisi bir araya geldiğinde Zeyd’in âlim olduğu kesin olarak hükme bağlanır.
- Âmm, müşterek ve mücmel lafızları dışlar. Çünkü bu lafızlar birden fazla anlama veya ferde delalet eder; hâss lafız ise yalnızca belirli bir anlama, başka bir anlam ihtimali olmaksızın delalet eder.
- Bu ifade, zaten açık olan bir şeyi açıklamaya çalışmanın gereksizliğini ifade eder. Hâss lafız zaten kendiliğinden açık olduğu için ayrıca bir beyânla açıklanması gerekmez.
- Fakihlerin amacı eşyanın mahiyetini değil, hükümlerini bilmektir. Bu yüzden lafızların kapsadığı fertlerin hüküm açısından farklılıkları veya benzerlikleri dikkate alınır. Örneğin “insan” lafzı hem erkek hem kadını kapsar ama hükümde farklılık vardır; bu nedenle bu lafız hâss cins sayılmıştır.
- Âmm, birçok ferdi kapsayan genel lafızdır. Örnek: "الناس" (insanlar)
- Birden fazla ferde delalet etmesi ve hepsini eşit düzeyde kapsaması
- Müşterek lafız, birden fazla anlama gelen ve hangi anlamın kastedildiği açıkça belli olmayan lafızdır.
- Müşterek lafızdır; çünkü birden fazla anlama gelir ve bağlam olmadan hangisinin kastedildiği anlaşılamaz.
- Delalet ettiği anlamlardan hiçbiri diğerine tercih edilmemiştir; bu yüzden tek başına kullanıldığında açıklama (beyan) gerekir.
- Belirsizlik doğurur ve bu da hüküm çıkarmada şüpheye yol açar. Bu nedenle müşkil/mücmel olmamak için mutlaka bir beyanla açıklanmalıdır.
- Müşterek, birden çok anlama gelir ama her biri tek başına açık anlamlıdır. Mücmel ise, hangi anlamda kullanıldığı değil, genel olarak ne anlama geldiği muğlaktır.
- Müşterek lafızlardan bir anlamı tercih edilerek yorumlanmış olan lafızdır.
- Müşterek lafızda anlamlar eşittir ve hangisi kastedilmiş belli değildir. Mu‘evvel lafızda ise delil veya karîne ile bir anlam diğerine tercih edilmiştir.
- Mu‘evvel. Çünkü bir anlam tercih edilmiştir.
- Delillerin yorumlanması, hüküm çıkarma (istinbat) sürecinde büyük rol oynar. Mu‘evvel lafız, şer‘î nassların anlaşılmasında kullanılır.
- Lafız müşterek olmalı ve anlamlardan biri, ya nass, ya karîne ya da içtihadî delil ile diğerine tercih edilmelidir.
الأمر
(ومنه الأمر ) أي : من الخاص الأمر، قدمه لأن ما يجب على المكلف أولاً الإيمان، وهو بالأمر، ولأنه لطلب الوجود وهو أشرف، بخلاف النهي، فإنه لطلب العدم (وهو قول القائل لغيره) احترز به عن الفعل والإشارة (على سبيل الاستعلاء احتراز عن الدعاء والالتماس، فإن قوله على هذين الوجهين لا يكون أمراً وفي قيد السبيل إشارة إلى أن العلو ليس بشرط حتى إن صدر قول افعل ممن هو أدنى حالاً من المأمور على وجه الاستعلاء يكون أمراً، ولذا ينسب إلى سوء الأدب (افعل) المراد به : ما كان مشتقاً من المضارع؛ لأنه يؤمر به فيدخل أمر الغائب (كقوله تعالى): ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا [الحج : ٤٧٧) فإن الركوع خاص معلوم معناه، وهو الميلان عن الاستواء، وكذا السجود وهو وضع الجبهة على الأرض ولا يحتمل البيان. (فلا يجوز إلحاق التعديل) أي : الطمأنينة في الركوع والسجود وهي : الاستواء في القعود والجلسة بين السجدتين (على سبيل الفرض) كما ذهب إليه أبو يوسف (۱) والشافعي (۲) رحمهما الله .
"El-Emr (أمر / Emir)" (Emir kelimesi buradan türetilmiştir.) Yani: “el-emr” lafzı, "hususî olan" emir anlamındadır. Müellif, bunu önce zikretmiştir; çünkü mükellefe ilk olarak vacip olan şey imandır ve bu da bir emir ile gerçekleşir. Ayrıca, emir varlığın talebi için gelir; bu yönüyle de daha şereflidir. Zira nehiy (yasaklama) ise yokluğun talebi içindir. (Ve bu, bir kimsenin başka birine ‘yap’ şeklinde söylediği sözdür) Bu tarif ile, fiil veya işaret ile yapılan yönlendirmeler dışlanmıştır. “(Alâ sebîli’l-isti‘lâ)” yani üstünlük ifade ederek yapılması, dua ve rica gibi şeylerden ayrılması içindir. Çünkü bir kimsenin “yap” sözü, eğer dua veya rica anlamında söylenmişse, bu emir sayılmaz. “Sebîl (yol)” kaydı, üstünlüğün şart olmadığını da ima eder. Yani, emri veren kişi konum olarak muhataptan daha aşağıda olsa bile, eğer üstünlük (isti‘lâ) havasıyla "yap" derse, bu da emir sayılır. Bu yüzden bazen böyle bir söz, edepsizlik olarak değerlendirilir. (İf‘al) Yani emirde esas alınan, muzâri (geniş zaman fiili) kökünden türetilmiş olan "emir sigasıdır". Buna, gaip şahıs emri de dahildir. Nitekim Kur’an’da Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rükû edin, secde edin!” (Hac 77) Buradaki "rükû" yani eğilmek ve "secde" yani alnı yere koymak, açıkça bilinen fiillerdir ve anlamları sarih olup açıklamaya muhtaç değildir. (O hâlde bu fiillere ilave bir unsur olan ‘tadil-i erkan’ / uzuvları düzenli kullanma şart koşulamaz) Yani: rükû ve secdede tuma'nîne (sükûnet, huzur, itidâl) gibi ek bir özellik, emirle belirtilmediği sürece farz kılınamaz. Tuma'nîne, rükû ve secdede durulması, iki secde arası oturulması gibi bedensel itidaldir. (Bunu farz saymak caiz değildir) Çünkü bu, Allah’ın emrinde yer almamıştır. Ancak, bu konuda Ebû Yûsuf ve Şâfiî (rahmetullahi aleyhimâ) bu hususu farz kabul etmişlerdir.
قيد بقوله على سبيل الفرض؛ لأن إلحاق الطمأنينة بأمر الركوع والسجود على سبيل الوجوب جائز نظراً إلى دليله وهو قوله ﷺ الأعرابي صلى في المسجد، وترك التعديل : قم صلّ فإنك لم تصل، فإن فيه ثلاثة تأكيدات، وكذا يتفرع عليه بطلان شرط الولاء والترتيب والنية في آية الوضوء؛ لأن غسل الوجه، ومسح الرأس مثلاً خاصان معناهما معلوم، وهو الإسالة والإصابة.
"Onun 'farz olarak' demesiyle kayıt getirilmiştir." Çünkü rükû ve secde emrine “tuma'nîne” (huzur ve sükûnetle durmak) eklenmesi farz olarak değil de vâcip olarak düşünülürse bu caizdir. Zira bunun dayandığı delil, şu hadistir: Resûlullah ﷺ bedevî bir adamın mescitte namaz kıldığını görmüş ve onun tadil-i erkânı terk ettiğini fark etmişti. Bunun üzerine ona şöyle dedi: “Kalk ve tekrar kıl! Zira sen namaz kılmadın.” Bu hadis, bu konuda üç farklı tekit (pekiştirme) içermektedir: Namazın iptali, Yeniden kılınmasının emredilmesi, Namaz olarak kabul edilmemesi. Aynı şekilde bu meseleden şu hükümler de türetilir: – Velâ şartının (kölelik bağı dolayısıyla sahiplik hakkı) geçersizliği, – Tertibin (farzları belli sıraya göre yapmanın) zorunlu olmayabileceği, – Ve niyetin abdest ayetinde (Maide, 6) açıkça yer almaması nedeniyle onun da aynı şekilde değerlendirilmesi. Zira yüzün yıkanması ve başın meshi gibi fiillerin anlamları hususîdir ve açıkça bilinmektedir. Buradaki "hususî"likten kasıt; – “Yüzü yıkamak” denildiğinde su dökme (isâle), – “Başı mesh etmek” denildiğinde ise ıslatma (isâbe) anlamının kast edilmesidir. Bu anlamlar, delillendirilmeye veya açıklamaya muhtaç değildir.
فاشتراط هذه الأشياء بأخبار الآحاد يكون زيادة على النص ونسخاً فيبطل، وكذا غيرها مما ذكر في المطولات. (ويختص) المراد من الأمر : وهو الوجوب (بصيغة لازمة) كـ: افعل، أو ليفعل، حتى لا يستفاد الوجوب إلا من هذه الصيغة.
“Bu gibi şeylerin şart koşulması, haber-i vahid ile olursa, bu durum nass üzerine bir ziyadelik ve bir nevi nesh (hükmü kaldırma) olur; bu da batıldır. Aynı şekilde bu meseleye dair diğer örnekler de mufassal eserlerde zikredilmiştir.”
“(Emir) yalnızca şunu ifade etmekte tahsis edilmiştir: emirden maksat, vücub (farz oluş)tur. Bu da yalnızca ‘if‘al’ veya ‘li-yef‘al’ gibi bağlayıcı bir sigayla (fiil kalıbıyla) olur; böylece vücub ancak bu kalıptan anlaşılır.”